Belki de kimsenin bilmediği bir özelliğimdir hayatımın sahnelerini sanki bir pembe dizi sahnesiymiş gibi şarkılara yakıştırmak. Daha doğrusu şarkılar seçmek anılarıma en çok yaraşan. Böyle birşey yazmak neden aklıma geldi diye soracak olursan sevgili günlük, zenci vokalli yazım bugüne kadar en çok okunan yazı olmuş. Burada okunma derdi olmadan sadece özgürce zırvalayabilmek için yazdığım aşikar. Ama yine de içim yumuş yumuş oldu bir kurabiye olarak.
Günümüzden geriye başlayarak bu sayfayı yine bir serüvene çıkarıyorum. 90'larda kendini bilmiş bir kişi olarak yine çoğunlukla 90lar 2000lerin başlarını anlatan küçük bir hoşluk gibi düşün.
Bugünlerde, daha doğrusu yaklaşık bir yıldır ceptelefonumun çalma listesinden hiç çıkmayan bir şarkıyla başlamak lazım, Coolio Gangsta's Paradise:
İçimde bir gangster yatıyormuş da haberim yokmuş! Daha ilk parçadan bir zenci vokal havası esti bakalım sonumuz aynı yere mi çıkacak. Bu şarkıda en çok sevdiğim bağıra bağıra söylediğim yerlerden biri şudur: "I'm an educated fool with money on my mind/ got my ten in my hand and gleam in my eye.../...I'm twenty three now but will I live to see twenty four?" İşte bu son satır yaralıyor be. Doğumgününe günler kala insan gerçekten düşünüyor, yaş da bu şarkıyla aynı olunca. Uğurlu sayı 23 çok şey getirdi, ama yenileri lazım ve herşey belirsiz, heyecan ve gerginlik bir arada! Az sonra! (Yazı taslak halinden anca çıktı, doğum günü geldi geçti, herşey olumlu çoook şükür).
Yıllardan 2011, aylardan Eylül. Çöreğimle en güzel 3 günümüzde, daha önce hiç bulunmadığım ve belki de bir daha gitmeyeceğim küçük bir şehirde birlikte söyledik söz konusu şarkıyı. Eskiden de o müzisyenin şarkılarını dinlerdik ama bunu birlikte söylemeye dilimiz varmazdı çünkü fazla olumlu. Yavuz Çetin'den gelsin:
Ve yıllardan 2011 için birçok farklı şarkı var aslında. 2012 geldi geçiyor, ben hala 2011'de takılıyım. Nasıl unutayım olmak istediğim ve bir zamanlar olduğum yerleri! Neyse ki bu yıl herşey daha rayına oturmuş, daha düzenli ve temkinli benim için. Ve postu 2011'de ve 2012'de aklımda olan sözlerden olan bir şarkıyla sonlandırıyorum. Her zamanların en güzeli, illüminati milluminati de deseler Beyoncé:
Cevap vermesi en zor sorulardan biri: "Bana kendinden bahset..." İzdivaç furyası dönen, güzel ve yalnızdan öte, bi sikime benzemeyen riyakar ülkemde bu soruya verilen en belirgin cevap: "Evim var, aylık gelirim bıdı bıdı..." şeklinde. Evet ağzım bozuldu, artık otosansür uygulamıyorum. Ben de kendimden bahsediyorum artık, bu yani, ağız bozuk, aksi, gergin ve böyle mutlu biri.
Bu soruyla başlayan bir film afişi gördüğümdeyse, anında merak hissim uyandı. Çok elit, çok saygın bir Beyoğlu müdavimi olduğumdan, "yüksek eğitim"imi Sorbonne bilmem kaçta aldığımdan mütevellit, filmleri de Fransızca izliyorum Allah seni inandırsın. Allah'ı da büyük harfle başlayıp bir de kesme işaretiyle ayırdım ya, şimdi riyakar ben oldum galiba hihi. Neyse bu durumun da "güzel" ülkemde gideri var, memur neyim olurum belki 9-5. Bugün geyik modumdayım galiba, filmi beğendim ve unutmak istemiyorum, en iyisi birkaç lakırdı etmek hakkında.
Daha önce "Paris" (2008) filminde pastanedeki nemrut kadın rolünde izlediğimiz Karin Viard, bu filmde resmen şekil, renk vs herşeyi değiştiriyor. Kapı açışında, mantosunu çıkarışında, sigara yakışında herşeyde bir asalet. zaten bu Fransızların veya genel olarak Avrupalı sinemacıların son yıllarda cinsiyetçiliği yıkan imajlar oluşturmaları hoşuma gidiyor fena halde. Eğer Karin'in kadın olduğunu söylemeseydim ve okumasaydın, "kapı açışında, manto çıkarışında, sigara yakışında asalet var" dediğimde yukarıda, aklında hemen bir Antonio Banderas, veya bir James Bond, ama şu bi önceki yakışıklı esmer olan hah Pierce Brosnan canlanacaktı. Yok! Bu sefer ana karakter bir kadın, hem de hepsinden daha karizmatik, cinselliği çağrıştıran kırmızı ruju veya kırmızı elbisesi olmadan da seksi, dekolteler olmadan da dikkat çekici ve en önemlisi güçlü.
Elbette filmin içerisine bir aşk hikayesi yedirilmiş. Fakat bu sefer kadın zayıflığıyla, zaaflarıyla değil, ondan birkaç yaş küçük genç zaaflarıyla ve masumluğuyla kadına tutkun hale geliyor. En önemli anektotsa, radyoda ismini vermeden program sunuculuğu yapan kadın birnevi Güzin Abla modunda insanların derdini dinliyor ve kimseye anlatmaya cesaret edemedikleri şeyleri soruyor. Bunu yaparken de "Parlez moi de vous", yani "Bana kendinden bahset" diyor. Anlatmaya cesaret edemediklerimiz midir hakkımızdakiler? Tantuni üstüne bira-tekila-kokoreç yapıp, bol soğan-sigara-alkol kokusuyla uykuya daldığın geceden sonra etrafa hergecedişlerinifırçalayanhijyeninsan imajı çizmek gibi mesela...
Görüldüğü üzere film anlatmakta kötüyüm. Bana sembolle yoğurulmuş bir film ver, on saat konuşayım bu bu demek falan diye artistlik taslayayım, ama bu şekilde konusu basit ve son derece insani filmde karşımdaki izlemeden aklında birşey canlandıramıyorum. Dedim, belli bir çevrenin insanıyım, dandi mandi takılıyorum, ha bu arada sarhoşken diş fırçalamıyorum!
Filmdeki esas çok sevdiğim husus, Paris'i göreceğim diye debelenmemdi! Söylemeden edemedim.
Baş mı, son mu, en güzel yeri mi, en zoru mu, yoksa en önemsizi mi? En gereksizi gibi görünen ama en keyiflisi mi... Yoksa en önemlisi mi? Gelecekte hatırlayıp gülümseyeceğin mi, yoksa somurtacağın mı, yolun neresi burası?
Bu satırları Paris güney yakada Saint-Germain Bulvarı üzerindeki çatı katı dairemde, sevgilim benim için krep pişirirken yazıyorum, ve burnuma gelen güzel kokular ne yazacağımı unutturuyor. Birazdan yağmur altında şehri turlayacağız, malum burada hava geç kararıyor. Kalbine mi indi? Şaka lan şaka. Kıbrıs Şehitleri Caddesinde bir kafede pinekliyorum, yanımda ergenler yüksek sesle ders mers tartışıyor. Erkeklerin çatallanmış sesleri, kızların fok balığı seslerine karışıyor. Cüzdanda para az, kilo da fazla yeşil çay içiyorum hehe. Bak bu çok Avrupai sahiden.
Bir sonraki girdi film yorumu olsun o zaman. Hayat yeterince boktan ve renksiz, yoksa çok mu renkli şöyle bolca siyahlar lacivertler, morlar falan? Kafa sorularla dolu!
Yoooo! Seks falan değil. İçinde zenci geçen cümleler de değil inan ki. Hele alışveriş, belki zorlar ama bahsi geçecek olan şeyi geçemez sevgili günlük. Son birkaç aydır çok sıkı şekilde tanık olduğum gayet absürd bir durum var ortada. Günümüzde her köşe başında, her televizyon kanalının sabah kuşağında, her diyet programında rastlanan tek bir kelime: PİLATES!
Yaklaşık 10 tane kadın, geniş bir salonda toplanır, içeri spor hocası genç bir kadın gelir ve cd çalarda olabilecek en seksi (!) müziği açar. Seksi derken şu yeni moda "secret" kitabı ve onun ardından gelen meditasyon cdleri furyasındaki müzikleri kastediyorum. Hani sanki içinde saten geceliği olan tayyörlü kadın patronun odasına girmiş ve ona masaj yapmaya yeltenmiş müziği, tövbe yarabbim! İşte örnek:
Bu ortamda kendini bulan, ömründe pilatesle işi olmamış kurabiye, ister istemez utanıp çekinir ama bayağı da meraklanır. 10 kadının hepsinde bir güleryüz bir kibarlık, sanki evrenin şifresini çözmüş bir buda hepsi! Bu arada, kadınlar en fazla 55 kilo, birkaç tane yaşı ilerlemiş olansa şişmanlıktan öte sıkılaşmak istiyorlar. Bense bunların ortasında zebellah gibi, asık suratımla duruyorum! Üzerimde de South Park çizgifilminden Cartman'ın resmi olan tişörtüm var, buyursunlar:
Yani baştan belli benim tarzım, şişkoyum, Cartman gibi tatlıyım somurttuğuma bakmayın, tadında. Her neyse, derken bir anda "nefes açma" hareketleri başlıyor. Sanki açık hava konserine çıkacağız birazdan! Hep Ebru Şallı'dan izlediğimiz nefes verme, yani halk diliyle, "Püf...püf...püf" hareketleri yapıyoruz. Ben bir gülme alıyor, yüzümü duvara dönüyorum tam o anda hocadan uyarı: "Nefesinizi doğru açmazsanız Diyaframınız erken yorulur ağrı hissedersiniz, lütfen dikkat edelim, evet... Evet, evet, hissediyor musunuz? İçime alıyorum...veriyorum, alıyorum, veriyorum" (!) Neyi alıp veriyoruz sanki hocam, her salise yaptığımız şeyi amma alladın pulladın diyeceğim, diyemiyorum ya la.
Minder hareketlerine geçiliyor, Maksat ilk önce karın kaslarını sıkılaştırmak. Bu benim için bile ulvi bir görev. Belli başlı hareketlerden sonra, hoca köprü hareketini yapmamızı istiyor ve pelvisimizi sıkıp bırakmamızı söylüyor. Ben o güne kadar o kelimenin anlamını bilmiyorum! Ancak o durumda anlamak zorundayım, zira bütün kadınlar çoktan gözlerini kapatıp, dudaklarını ısırıp yalamak suretiyle kalçalarını sıkıp bırakıyorlar ve aldıkları zevk mi acı mı nedir belli olmayan şey, çıkardıkları "Ah, oh, uh" ve bilimum seslerden anlaşılıyor! "Evet James devam et, ah işte böyle" tadında. Öhöm. Hoca bu sefer bir soru yöneltiyor: "Hissediyor musunuz, karın kaslarınızın yandığını eridiğini... Kalçalarınızın harekete geçtiğini..." Ancak hocanın ses tonu şiir okuyan Sezen Aksu gibi, aşırı derecede şuh ve serin!
1 saatlik pilatesin sonunda, gevşeme hareketlerini yapıyoruz. Salondan, ben de dahil, çıkan ses "Oh..." dan ibaret. Şahsım adına, bir saat boyunca "püf..püf" diye nefes vermekten yorgun düşmüşüm ondan diyorum! Ama diğerleri, sanırım o sırada zevkin doruklarındalar! Dersi bitiriyoruz, kendimizi alkışlıyoruz, ve kadınlar hep bir ağızdan: "Çok teşekkürler hocam çok keyifliydi, inanılmaz zevk aldık." diyorlar. Bu 6 aydır hemen hemen aynı şekilde gelişiyor. Pilates, kadınları çıldırtıyor!
Üç beş godamanın üstünde anlaştığı üç beş kural, fikir, bilinçüstü aktiviteler. Üç beş godamanın bayrakvatanmilletsağduyu diye diye ağızlarını yamultup susmak nedir bilmeden konuşup durduğu zırvalar. Hiçbiri geri getirmez kaybedilen binlerce canı; arkadaşını, oğlunu, ağabeyini, tanışını. Kala kala gene o orospu çocukları ve onların koyduğu kurallar kalır. Onlar tarafından sikip öldürülüp atılan bir kadın bedenine benzer yaşadığın yer. Hiçbir şeyin anlamı telafisi kalmaz. Sonra birileri buna kalkıp "normal" gözüyle bakar kılları bile kıpırdamaz. Balıklar unutur, koyunlar sürüyü takip eder; sen olduğun yerde kalakalırsın. Daha fazla can yanmasın dersin, kahrolsun bu düzen dersin, hain ilan edilirsin. Duymazdan gelemezsin çünkü o üç beş godaman hariç herkesin ciğerini yakan şey artık senin de yüreğini dağlamıştır. Ardından küçük bir teselli gelir, o masum insan bu bokluğu daha fazla görmeyecek, bu sikip atılmış yere daha fazla katlanmayacak. Ve bu yazı acımızın onda birini bile yansıtamayacak.
Biraz deniz, kum, güneş, çirkin ayak, her daim arkadaşlık ve aşk, bolca kardeş mıncırma, öğrencilerle kanka boyutuna geçme, bir tane de olsa Türk dizisi izleme modundayım.
Hem de son iki gündür ilk defa iştahsızlık çekiyorum, bunu buraya yazıyorum sevgili günlük, çünkü bu bir ilk! Akşamdan kalma olduğum zamanlarda bile iştahım durmaz, ama izlediğim bir film hem de bir animasyon filmi beni bu duruma getirdi. Cloudy with a Chance of Meatballs/Köfte Yağmuru isimli film. Aslında gayet şirin ve basit konulu bir film olmasına rağmen o havada uçuşan spagettiler, köfteler, dondurmalar bile bir süre sonra mide bulandırıyor. Hani kurabiye gibi kız, hatta un kurabiyesi gibi kız olmama rağmen (bkz: Kurabiyegibikız Olmak) anlık pardon 2 günlük bir iştahsızlık sezdim! Dünyanın sonu yakındır! Bekleyelim 20 Aralık'ı bakalım.
Kurabiye tepsiye yapışır gibi yatağa yapıştı.