Follow this blog with bloglovin

Follow on Bloglovin

12 Mart 2013 Salı

Satamadım, satamadım, sattım gitti!

Müşteri: "Benim çok zamanım yok, yani var da çok yok, çalışma saatlerim hiiiç belli olmuyor. Ama bu ihtiyacım hep var yani. Birşey yapsanız benim için? Saati 50'ye olur mu? Biz seçebiliyor muyuz bu arada? Bağyan tercihimdir."

Satışçı: "Elbette efendim istediğiniz şekilde bolca var elimizde, ama saatleri uygun mu bakmam lazım. Siz hangi saatler müsaitseniz onu bana bildirmenizi rica ediyorum, sonrasında ben onlarla konuşup size uygun kişiyi ayarlayacağım efendim. Bizim için herşeyden kıymetlisiniz."

Müşteri: "Valla ben istemesem olmaz biliyorsun. Yalnız bu kişiler tecrübeli mi? Hayır yani tecrübesizse işini iyi yapamayıp beni tatmin edemezse çok pis cevabını veririm size de bir daha asla müşteri getirtmem."

Satışçı: "Haklısınız efendim. Bütün hepsi tecrübeli ve sertifikalıdır. Bize güvenebilirsiniz. Ben size bir de şöyle birşey yapayım, eğer 20 saatte anlaşırsak, aynı kişinin yürüttüğü kulüp ve benzeri diğer aktivitelere de katılabilirsiniz ve tamamen ücretsiz."

Müşteri: "Şey yani benimle birebir ilgilenebilecekler mi? Biliyorsunuz durumum çok acil ve titiz bir insanım, bu konuda yeterince kapasiteye sahipler mi? Eğer tatmin olmazsam, iptal ederim bu anlaşmayı. Geçen sefer bir arkadaşım geldiğinde hiç verim alamamış. Gururu falan da kırılmış bazı uyarılara. Hayır yani biz de işimizi gücümüzü bırakıp geliyoruz şurda yeni birşeyler için. Biraz anlayışlı olun yani di mi ama? Saati en fazla kaç inebiliyorsun şimdi şekerim? Bak, bir de güleryüzlü ve tititz bir bayan olsun da tepemin tasını attırmasın."

Satışçı: "Sizin memnuniyetiniz herşeyden önce gelir efendim. Elimizde şimdi aklıma gelen çok titiz, güleryüzlü ve hoş bir bayan var. İsterseniz onun da müsait bir saatine sizinle ayarlayalım şimdi?"

Müşteri: "Peki. Benim uygun saatlerim gece 9'dan sonra genelde."

Satışçı: "biz 9 buçukta kapatıyoruz efendim. Sizin için o şekilde pek verimli olmaz."

Müşteri: "Aaa. Başka bayan bakabilir misiniz. Ben ancak o saatte müsait oluyorum da."

Satışçı: "Peki efendim, ancak o saatte kapalıyız. Ben en iyisi size ek birkaç saat daha yazayım aynı hocayla, ama haftasonu katılın. Sizin gönlünüzü hoş tutmak bizim görevimiz."

Müşteri: "Tamam ben bir düşüneyim o zaman, uyarsa gelirim tekrardan."

Bu diyalog bir genelevde orospu seçmek için yapılmadı. Tatmin olmak dediği, aldığı kursun verimli gelmesi. Seçtiği şey de öğretmen. Satışçı da arada pimi kurulmuş bir robot. Yüzde yüz güleryüz, yüzdeyüz boş bakışlar. Bildiğin bir Stepford kadını.

5 Mart 2013 Salı

Yönetmen Cedric Klapisch, Film "Paris" (2008)



İtiraf ediyorum ki, filmi ilk seyrettiğimde yönetmenin ismine dikkat etmemiştim. Bu durum, sonrasında aynı yönetmenden tesadüfen 3 filmi arka arkaya izleyip beğenip, araştırmama kadar devam etti. Evet, Cedric Klapisch benim için bir fetiş haline geldi sevgili günlük. Bu adamın çektiği her film, kullandığı her plan, algılama ve aktarma yeteneği büyük övgüleri hak ediyor. Bugün bu olumlu yönleri 2008 yapımlı "Paris" filmi üzerinden anlatacak olsam da, aynı hatta daha sıcak etkiyi yönetmenin "L'auberge Espagnole" ve "Les Poupées Russes" isimli seri filmlerinden de anlayabiliyoruz.

Öncelikle bu adamın nereden torpili var, bu kadar
ünlü ve iyi oyuncuyu nasıl bir araya getirdi, filmi 3 ayrı ülkede kısa sürede nasıl çekti ve babam böyle pasta yapmayı nerden öğrendi ve benzeri sorularıma bir türlü yanıt bulamadığımı belirtmek isterim. Juliet BinocheFabrice LuchiniRomain DurisKarin Viard bahsettiğim oyunculardan birkaçı.

Filmin afişine ilk baktığımızda, puslu bir Paris sabahı manzarası görüyoruz, alışılmış olan parlak gökyüzü ve ışıklı Eiffel kombinasyonlarının aksine. Genç ve dinamik aşıklar, öpüşen delikanlı ve genç kız yerine, orta yaşlı aşık ve genç metresi, orta yaşlı kadın ve kardeşine beslediği sonsuz sevgi, ve genç bir delikanlının sağlık sorunu nedeniyle uzak kaldığı dansçılık mesleğine karşı olan özlemi çıkıyor karşımıza.



Bu filmde aşk bir iksir değil, bu filmde anlatılan aşkın yüceliği falan değil daha önce bahsettiğim "Paris Je T'aime" in aksine. Filmin de yer verdiği gibi, şehir aslında Baudelaire'in nitelediği gibi bir "Kötülük Çiçeği" olarak ele alınabilir. Yemyeşil parklarda şarap içen genç çiftler değil de, semt pazarında birbirine yazan orta yaşlı bir çift görmeniz daha olasıdır. Üç tane pazar satıcısının, kendileriyle isteyerek sevişmeye gelen 3 modeli reddettiği anlar da olabilir bu tabirin içinde. Ya da büyük şair ve besteci İsmail YK'nın da değindiği gibi "beni beğeneni ben ben beğenmem, benim beğendiğim ise beni beğenmez" durumunu haykırıyor yönetmen, diyebiliriz.



Filmin büyük kısmı karşıtlıklardan oluşuyor, yönetmen gözümüze bu farklılıkları sokmak için çırpınıyor resmen. Aslında hikayede ana karakter yok, ama afişten yola çıkarsak, Pierre (Romain Duris) adlı genç dansçının kalp hastalığı sonucu eve tıkılması ve üç tane birbirinden dinamik çocuklu ablası Elise'in onun evine yerleşmesi bu karşıtlıklardan ilki. Bir Türk filminde olsa, gencin öleceği ve ne kadarlık ömrü olduğu sürekli kulağımıza çalınır, durum trajikleştirilirdi. Arkaya da iki tane Galata Kulesi manzarası atıp bir de Kıraç şarkısı çaldın mı, tek planda kurtarırdın hikayeyi. Ama bu filmde Klapisch, oldukça basit görünmesine rağmen, diyaloglarla, hasta gencin yeğenleriyle geçirdiği anlarla o duyguyu izleyiciye geçiriyor. Çocuğun tüm hayatı balkonundan gördüğü iki kule arasına hapsoluyor. (Keşke ben de o manzaraya bakıp efkara kapılsam, çok şımarık bu çocuk çoook!)



Bir diğer karşıtlık, yaşlı tarih profesörünün, gepegenç öğrenciye duyduğu aşk mesela. Bir keman öğretmeni hikayesine dönmüyor hikaye. Genç kız profesörü çatır çatır aldatıyor, yani Fransızların genişliğini de güzel anlatıyor yönetmen ehe.



Beni en çok şaşırtanlardan biriyse, Faslı gencin Fransız modelle tanıştıktan sonra Paris'e göçmesiydi. Daha sonrasında da elinde tuttuğu Notre Dame kartpostalıyla Notre Dame kilisesine bakan köprünün üzerinde bakıp gerçek binayı karşılaştırdığı sahne de tebessüme sebep oluyordu. Bunun dışında filmdeki komedi unsurlarından biri de, has Fransız pastanecinin dükkanına, göçmen genç kız Khadija'nın tezgahtar olarak girmesi ve aralarındaki çekişmeydi. Bu arada Khadija yani bizim Hatice de Saint-Denis'liymiş, hemşehrim sayılır.




Paris filmi tek bir gönderiye sığacak gibi değil. Bu filmin benim için bu denli başarılı olmasının sebebi, şehrin dokusunun seyirciye hissettirilmesi. Daha önce semt pazarında başlayan aşk gösterilmedi Paris'te. Ya da lüksü simgeleyen bir gökdelenden, hiçbir filmde, sevdiği kadının küllerini uçurmadı bir karakter. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı bu gönderiyi filmin yönetmenini ve diğer çalışmalarını da gösteren bir görselle sonlandırıyorum.







26 Şubat 2013 Salı

Çok Büyük Klişe: "Paris Je T'aime"

Kurabiye daha çok sızlanır Paris Paris diye, demiştim ben. İçimdeki özlemi hiçbir şekilde dindiremez durumdayım. Anılar yavaş yavaş siliniyor zihnimden, o zamanlar yazdığım günlükler bile tutmuyor yerini. Görsel çalışıyor beyin ya da hiç çalışmıyor da olabilir, neyse o ayrı konu. Bu özlemi gidermek için arada sırada, tamam tamam her boş anımda Paris'te geçen bir film izliyorum. Paris'te geçen film deyince günümüzde akla ilk gelen "Paris, Je T'aime" oluyor genelde. 

Film fena sayılmaz, ama klişelerden uzak durmadan çekilememiş. Mutlaka bir aşk şehri tınısı eklenmiş, zaten orjinal olma gibi bir iddiası da yok filmin yönetmenlerinin. 21 ayrı yönetmen, 21 ayrı aşk hikayesiyle Paris'in bölgelerini tasvir ediyor. Çıkış noktası gayet güzel, hatta birkaç hikaye filmi hatırlanır kılmaya yetiyor. Örneğin, Joel ve Ethan Coen'in çektiği "Tuileries" ve Tom Tykwer'in objektifinden "Faubourg Saint-Denis" kısımları ilk aklıma gelenler  Ancak, Elijah Wood'un basit bir vampir hikayesine kurban edildiği "Madeleine" bölümü çok da yaratıcı olamamış. 
Fikrimce Joel ve Ethan Coen'in hikayelerinin başarısının nedeni, Paris'e turist olarak giden zavallı bir adamın, şehrin alışılagelmiş aşk şehri imajından çoook daha farklı şekilde sıradışı ve bazen tehlikeli aşıklara denk gelmesini anlatmaları. Yani Paris deyince akla gelen, şarap-Eiffel-aşk üçlüsünü, çişli metro-uçuklu ağız-aşk üçlüsüne dönüştürmeleri diye indirgeyebilirim.
Filmin "Faubourg Saint-Denis" kısmına gelirsek, beğenim tamamen montajla alakalı aslında. Kör aşık ve Paris'te aktris olmak isteyen genç kız klişesi bambaşka birşeye dönüşüyor bu filmde. O da görüntü yönetmenini alnından öpmek için Paris'e gidesim var dedirttiriyor insana. Film akışındaki hızlanmalar, ani yavaşlamalar, kamera açısının her ayrı planda değişmesi gibi şeyleri kastediyorum. Şu an içimdeki sinema yorumcusunu Çılgın Türk'e bağlıyorum ve...
  
Evet! Filmi sevmemin esas nedeni Çankırı Çay Salonu (!) Türk Mahallesi, nam-ı diğer Faubourg Saint-Denis'e dair yansıtamadıkları tek şey, mahalleye girer girmez insanın üzerine salınıveren bakışlar elbette. Bu arada bu Çankırılı abiyi gerçekten kutlamak lazım, o da alışılmışın dışında bir isim seçmiş "Bosphorus", "İstanbul" veya "Marmara" dan başka bir isim tercih ederek!
Aslında bu filmi şehre dair anılara sahip olmayan biri çok beğenmeyebilir, hatta sıkıntıdan ölebilir, özellikle "Quartier Latin" bölümünde. Yine de, "Quai de la Seine" bölümünde, imam amcanın, kızından hoşlanan Fransız delikanlıya öldürecek gibi bakması ve çocuğun tırsması sahnesinden sonra, delikanlıya dönüp, gülümseyerek ne iş yaptığını sorması sahnesi için bile izlemeye değer bir film olduğunu düşünüyorum.
Filmdeki önemli oyuncular da cabası. Çok Hollywood suratlı bir izleyiciyse eğer filmi izleyen, bir Audrey Tautou yok malesef. Onun yerine bağrıma basacak kadar sevdiğim Juliet Binoche var. Ancak bu son sözümü yutmak zorundayım, zira film oldukça Hollywood özentisi olduğunu, Natalie Portman, Nick Nolte ve Maggie Gylleenhaal gibi oyuncuları ve filmin yüzde 80'inde İngilizceyi kullanarak gösteriyor zaten.
 
Paris deyince, esas değinilmesi gereken, ve yönetmenin de bundan ne kadar emin olduğunu filme dolaylamadan "Paris" adını vermesinden anlaşılan filmdir. Bir sonraki gönderi.





25 Şubat 2013 Pazartesi

Ne Zaman Büyüdük Biz?

İzin günüm, çekmişim altıma bedenime 2 beden büyük gelen kotu, pasaklı pasaklı bankaya gidiyorum. Tüm günü harcamak istemediğimden dörtnala yürüyorum. Aniden boyumdan büyük bir ergen sesleniyor: "Hocam!"
Yanlış mı duydum, biri bana hocam mı diyor? Hocam sözünü duyunca aklıma elinde cetvel, okul kapısında bekleyen kelermiş Selim Hocam geliyor, ortaokuldaki müdür yardımcımız esirgemezdi de cetveli popolardan! Bense, kotlu, taranmamış saçlı, anorak montlu bir şişman imajı çiziyorum, otorite sıfır, işte bu anda "yakalanıyorum". 
Öğrenci de benimle aynı fikirde olmalı: "Yakaladım sizi hocam, nereye böyle?" Sana ne be, hem ben senin nereden hocan oluyorum benden altı üstü 5 yaş küçüksün triplerine giriyorum, elbette içimden. Beni baştan aşağı süzüyor, suratında beğenmeyen bir ifade, daha çok ekşi yoğurt yemiş gibi: "Hastasınız galiba..." Birkaç yaş büyük göstermek için yaptığım koyu makyaj olmayınca daha çok hasta gibi görünüyormuşum meğer, veya benim suratım da nasıl düştüyse, iyi niyetli delikanlı böyle bir soru yöneltiyor. Evet, diyorum, biraz hastayım, sen nasılsın? Sesim de ders anlatma diksiyonu ve tonuna bürünmüş halde! Yaş olmuş 32 o an.
Sahi ne zaman bu kılığa büründüm ben? Nicedir aklımda bu soru. Gerçekten olgun bir öğretmen edasında olmak içimden mi geliyor, yoksa rol mü kesiyorum? Bu ince çizgide kimbilir nerede duruyorum... Kırmızı pantolonumu Cuma günleri giyiyorum, ve öğrenci görürsem yolumu değiştiriyorum. Klasik pantalon ve ceket giyip, ayaklarıma spor ayakkabı geçiriyorum, koca vücudu topukların üzerinde taşımaktan ziyade, o büyük kılığa bürünmek zor geliyor; kabullenmesi zor yani. Derken aklıma şu video geliyor:
Küçük kız inatla büyüdüğünü ifade ediyor, "Büyüdüm ben, herşeyi yaparım!" Ama onunla aynı fikirde olamıyorum, büyüdükçe elim kolum bağlanıyor, hayallerim küçülüyor. Klasik bir pantolona takılıyor hayallerim. Topuklu ayakkabıların altında eziliyor, Tuttuğum tahta kalemi hep siyah, çocuk öğrencilerimle aynı dili konuşmuyorum. Hocam lafını üstüme alınmaya anca alıştım.
Sığamıyorum, bünye büyük.1

12 Şubat 2013 Salı

Cambridge'li Kedi Benim Kedim

İngilizce öğretiyorum, ama öyle aksana önem veren biri olmadım hiç... Üniversite yıllarında da yurt dışına gidip geldikten sonra sunum yaparken Amerikan aksanıyla konuşmak için müthiş çabalar gösteren arkadaşlarıma güldüğüm için midir, yoksa oldum olası özentilikten nefret ettiğimden midir, hatta beceriksizliğimden midir bilmem. Bir düşüncem de şu oldu hep; elin İspanyolu İngilizceyi şakır şakır konuşurken gayet de rahat bir şekilde "Yeşş. Ay vud hayk a pişa" diyorsa, bizim "Yes. Ay vuldlayk e pizza" dememiz çok da tuhaf kaçmaz (!).
İşin şakası, abartısı bir yana, bir dil öğretmek mesleğim haline geldiğinde bir an bocaladım. Bölümümdeki bahsettiğim arkadaşlardan dolayı az çok Amerikan aksanı çakabiliyordum da, kullandığım ders kitaplarındaki işitsel kaynaklar hep İngiliz aksanlıydı ve ister istemez öğrenciler aradaki farka takılıyordu. Bir gün, bu farkı yenmeye çok pis kafayı takıp, sonrasında herşeyi çakma İngiliz tonlamasında söyler duruma getirdim kendimi! Tabi ki, kedimin de eski bir İngiliz leydisi olması durumu güçlendirdi. Sahi, kedimle İngilizce konuştuğumu, daha doğrusu konuşmak zorunda olduğumu, hanfendinin de öyle her aksanı değil, yalnızca İngiliz tonlamasını anladığından hiç söz etmiş miydim acaba! Durum tam da bu. Kedimin eski sahibi bir İngilizdi. Bütün komutları, sevgi gösterilerini öyle yaptığı için, "Pinky, kam hiyaaa!" demedikçe getirtemiyorsun hatunu yanına. Sahibi gibi havalı olmalı kendisi (!).
Aksana takılı olmadığım zamanlarda bile bana itici gelen İngiliz tonlaması iyice yapıştı dilime. Hem tiple de uyuşmuyor yani, bir Amerikan aksanı olsa, ben zaten Türk-Amerikanım, veya Hispaniklerle takılıyorum diye bir imaj çizebilirsin. Ama kara gözüm kara kaşımla Ronald Weasley aksanına geçince pek de normal durmuyor. Geçen günlerde kedimle beni izleyen komşu teyzelerden birkaç kere cıklama sesi duydum. E haklı kadın! Sen kalk sabah pijamanla, daha kötüsü pijamanın altında çizmenle bakkala ekmek almaya git, arada bir ağzından Angara ağızlı konuşmalar çıksın, sonra köşe başında kedinin birine İngilizce parçala. Benim miniğim de nasıl bir mağrursa, sanki Cambridge'nin maskotu yağ torbası! Yarın ilk iş, beni kedimle konuşurken yakalayan komşu teyzeye "Fenkyu" diyeceğim.

2 Aralık 2012 Pazar

Bu şarkılar da olmasa...

Belki de kimsenin bilmediği bir özelliğimdir hayatımın sahnelerini sanki bir pembe dizi sahnesiymiş gibi şarkılara yakıştırmak. Daha doğrusu şarkılar seçmek anılarıma en çok yaraşan. Böyle birşey yazmak neden aklıma geldi diye soracak olursan sevgili günlük, zenci vokalli yazım bugüne kadar en çok okunan yazı olmuş. Burada okunma derdi olmadan sadece özgürce zırvalayabilmek için yazdığım aşikar. Ama yine de içim yumuş yumuş oldu bir kurabiye olarak.
Günümüzden geriye başlayarak bu sayfayı yine bir serüvene çıkarıyorum. 90'larda kendini bilmiş bir kişi olarak yine çoğunlukla 90lar 2000lerin başlarını anlatan küçük bir hoşluk gibi düşün.
Bugünlerde, daha doğrusu yaklaşık bir yıldır ceptelefonumun çalma listesinden hiç çıkmayan bir şarkıyla başlamak lazım, Coolio Gangsta's Paradise:
İçimde bir gangster yatıyormuş da haberim yokmuş! Daha ilk parçadan bir zenci vokal havası esti bakalım sonumuz aynı yere mi çıkacak. Bu şarkıda en çok sevdiğim bağıra bağıra söylediğim yerlerden biri şudur: "I'm an educated fool with money on my mind/ got my ten in my hand and gleam in my eye.../...I'm twenty three now but will I live to see twenty four?" İşte bu son satır yaralıyor be. Doğumgününe günler kala insan gerçekten düşünüyor, yaş da bu şarkıyla aynı olunca. Uğurlu sayı 23 çok şey getirdi, ama yenileri lazım ve herşey belirsiz, heyecan ve gerginlik bir arada! Az sonra! (Yazı taslak halinden anca çıktı, doğum günü geldi geçti, herşey olumlu çoook şükür).
Yıllardan 2011, aylardan Eylül. Çöreğimle en güzel 3 günümüzde, daha önce hiç bulunmadığım ve belki de bir daha gitmeyeceğim küçük bir şehirde birlikte söyledik söz konusu şarkıyı. Eskiden de o müzisyenin şarkılarını dinlerdik ama bunu birlikte söylemeye dilimiz varmazdı çünkü fazla olumlu. Yavuz Çetin'den gelsin:
Ve yıllardan 2011 için birçok farklı şarkı var aslında. 2012 geldi geçiyor, ben hala 2011'de takılıyım. Nasıl unutayım olmak istediğim ve bir zamanlar olduğum yerleri! Neyse ki bu yıl herşey daha rayına oturmuş, daha düzenli ve temkinli benim için. Ve postu 2011'de ve 2012'de aklımda olan sözlerden olan bir şarkıyla sonlandırıyorum. Her zamanların en güzeli, illüminati milluminati de deseler Beyoncé:
Put a ring on it! Actually, got a ring on it!

Bana kendinden bahset...




Cevap vermesi en zor sorulardan biri: "Bana kendinden bahset..." İzdivaç furyası dönen, güzel ve yalnızdan öte, bi sikime benzemeyen riyakar ülkemde bu soruya verilen en belirgin cevap: "Evim var, aylık gelirim bıdı bıdı..." şeklinde. Evet ağzım bozuldu, artık otosansür uygulamıyorum. Ben de kendimden bahsediyorum artık, bu yani, ağız bozuk, aksi, gergin ve böyle mutlu biri.



Bu soruyla başlayan bir film afişi gördüğümdeyse, anında merak hissim uyandı. Çok elit, çok saygın bir Beyoğlu müdavimi olduğumdan, "yüksek eğitim"imi Sorbonne bilmem kaçta aldığımdan mütevellit, filmleri de Fransızca izliyorum Allah seni inandırsın. Allah'ı da büyük harfle başlayıp bir de kesme işaretiyle ayırdım ya, şimdi riyakar ben oldum galiba hihi. Neyse bu durumun da "güzel" ülkemde gideri var, memur neyim olurum belki 9-5. Bugün geyik modumdayım galiba, filmi beğendim ve unutmak istemiyorum, en iyisi birkaç lakırdı etmek hakkında.
Daha önce "Paris" (2008) filminde pastanedeki nemrut kadın rolünde izlediğimiz Karin Viard, bu filmde resmen şekil, renk vs herşeyi değiştiriyor. Kapı açışında, mantosunu çıkarışında, sigara yakışında herşeyde bir asalet. zaten bu Fransızların veya genel olarak Avrupalı sinemacıların son yıllarda cinsiyetçiliği yıkan imajlar oluşturmaları hoşuma gidiyor fena halde. Eğer Karin'in kadın olduğunu söylemeseydim ve okumasaydın, "kapı açışında, manto çıkarışında, sigara yakışında asalet var" dediğimde yukarıda, aklında hemen bir Antonio Banderas, veya bir James Bond, ama şu bi önceki yakışıklı esmer olan hah Pierce Brosnan canlanacaktı. Yok! Bu sefer ana karakter bir kadın, hem de hepsinden daha karizmatik, cinselliği çağrıştıran kırmızı ruju veya kırmızı elbisesi olmadan da seksi, dekolteler olmadan da dikkat çekici ve en önemlisi güçlü.


Elbette filmin içerisine bir aşk hikayesi yedirilmiş. Fakat bu sefer kadın zayıflığıyla, zaaflarıyla değil, ondan birkaç yaş küçük genç zaaflarıyla ve masumluğuyla kadına tutkun hale geliyor. En önemli anektotsa, radyoda ismini vermeden program sunuculuğu yapan kadın birnevi Güzin Abla modunda insanların derdini dinliyor ve kimseye anlatmaya cesaret edemedikleri şeyleri soruyor. Bunu yaparken de "Parlez moi de vous", yani "Bana kendinden bahset" diyor. Anlatmaya cesaret edemediklerimiz midir hakkımızdakiler? Tantuni üstüne bira-tekila-kokoreç yapıp, bol soğan-sigara-alkol kokusuyla uykuya daldığın geceden sonra etrafa hergecedişlerinifırçalayanhijyeninsan imajı çizmek gibi mesela...
Görüldüğü üzere film anlatmakta kötüyüm. Bana sembolle yoğurulmuş bir film ver, on saat konuşayım bu bu demek falan diye artistlik taslayayım, ama bu şekilde konusu basit ve son derece insani filmde karşımdaki izlemeden aklında birşey canlandıramıyorum. Dedim, belli bir çevrenin insanıyım, dandi mandi takılıyorum, ha bu arada sarhoşken diş fırçalamıyorum!
Karin viard parlez moi de vous

Filmdeki esas çok sevdiğim husus, Paris'i göreceğim diye debelenmemdi! Söylemeden edemedim.