Follow this blog with bloglovin

Follow on Bloglovin

13 Aralık 2013 Cuma

Kar


Kar yağdı yine bir gün. Annem söylendi durdu. Nefret ederdi kardan. Aslında kardan değil de kayıp düşmekten tedirgindi. Gün boyunca dışarı da çıkmadı ki kardeşim ve ben bunun böyle olacağını çok iyi biliyorduk. Bense karda yürüdüm. Okula giderken, markete uğrarken, fotoğraf çekerken; atkım, berem, eldivenim hep muntazam hep yerinde. Montumun içinde kocaman  bir hırka ve kazak. Eve doğru yaklaşınca pencereye baktım annemi gördüm. Gülümsedi, gülümsedim. Elleri küçücüktü.

Yıllar sonra yine yağdı kar. Bu kez söylenen biri yoktu. Kar görmekten kurtulmuştu annem. İstediği kadar dışarı çıktı ama ben göremedim. Kardeşim de... bense karda yürüdüm. İşe giderken, markete uğrarken, düşüncelerle boğuşurken; atkım, berem, eldivenim hep muntazam hep yerinde. Montumun içinde kocaman bir hırka ve kazak. Eve doğru yaklaşınca anahtarımı çıkardım çantamdan, buz gibiydi. Pencerede bir karartı gördüğümü sandım, yanıldım. Herşey anlamsızdı.

10 Aralık 2013 Salı

Room-


There is one reason

That makes you proud

There is one person

That makes me smile

Life is not a piece of cake

Have been well aware of this

And have seen people

With smiling faces

Everyone knows

How to frown in the back yard

But it’s time to face

What is in your heart

23 Temmuz 2013 Salı

"Barbie gibi"

Böyle birşey vardı biz çocukken. Barbie gibi güzel saç, Barbie gibi güzel yüz, Barbie gibi güzel gülümsemeden ibaretti. Tabii ki günümüzde de devam etmiyor değil, ama artık çocukluğun verdiği naiflik olmadığından hepimiz haberdarız; Barbie gibi meme, Barbie gibi ince bel, Barbie gibi popo gibi tabirlerden.

Barbie'e ye benzenmesi dikte edilen güzellik efsanesinden etkilenen sayısı yadsınamayacak kadar kadın var. Genellikle slav ırkından kadınların "zaten bende bu özelliklerin renk ve boy kısmı mevcut bari olmuşken tam olsun" fikiriyle estetik ameliyatlarla kaburgalarını aldırıp, kalçalarını kaldırtıp, meme büyütme ameliyatına girip çakma bir Barbie'ye dönüştüğünü defalarca gördük.

Yukarıdaki fotoğraftaki bir mutant değil, öyle görünse de. Buna benzer bir tane Beyaz Show'a gelmişti de Beyaz dahil stüdyodaki tüm erkeklerin dibi düşmüştü. Bu duruma eminim bütün hemcinslerim bir tarafıyla gülmekteydi. Çünkü küçükken oynadığımız o oyuncak gibi değil, robot gibiydi bu kızlar. Fakat bütün yüreğimle genellemelere karşı olan biri olarak söylemeliyim ki erkeklerin çoğu zaten bunun peşinde değil mi? Ne olursa olsun yeter ki fizik "güzel" olsun. Güzel kavramı çoktan belirlenmiş zaten.

Efendim güzellik kavramı deyince bu fotoğraflara bakarak akla ilk gelen, büyük meme, kaburgasız bel, büyük popo, ama inanılmaz tezat şekilde ince bacaklar ve kollar, ifadesiz bakışlar... Lakin Türk erkekleri bu yapmacıklığın mı farkına vardı yoksa Türkiye'ye gelen barbielerin maddi isteklerine mi karşılık veremediler bilinmez; Türk işi kızlar çıktı piyasaya. Zamanında "telekız" diye tabir edilen kızların yeni versiyonu var artık, sanalkızlar. Yok yok öyle 900lü hatlar falan değil, bayağı bayağı kendini götle memeyle pazarlayan amcık suratlılar. Memen biraz büyük olsun, dudağın da botokstan hissedilmeyecek kıvamda kalın olsun, müşterilerin artıyor. Küçük tatlı şeyler peşinde koşan çok Türk evladı var!

Halbuki herşeyin bir kolayı var. İnsanlar bebeklere benzemeye çalışacağına, bebek üreticileri durumu değiştirebilir! Evet burada Polyanna'ya bağlıyoruz. Güzellik endüstrisi bu seksist bebek üreticilerinin yardımıyla bu noktaya geldi. Ama genç sanatçı ve araştırmacı Nikolay Lamm, eğer Barbie kızları normal kadınlara göre tasarlansaydı nasıl olurdu konulu bir çalışma gerçekleştirmiş ve ortaya bu linkteki tıktık haber çıkmış. Üşengeç ruhlar için:
Measured up: Artist Nickolay Lamm of used the measurements of an average 19-year-old woman to create a 3-D model, which he photographed next to a standard Barbie doll
Comparison: Photos of a Barbie doll and the 3D printed model were taken and a Photoshop was applied to the 3D printed model to make it look like a Barbie doll


17 Temmuz 2013 Çarşamba

"My life is a mess"-Hayatım darmaduman

Benim hayatım mı? Hayır şu an değil, ama öyle darmaduman olduğu zamanlar oldu ki, şimdi bahsedeceğim film karakteri gibi hissettim kendimi. Film karakteri  "L'auberge Espagnole" filminden Xavier.


Xavier, Paris'te annesiyle yaşayan, üniversite 3. sınıfta okuyan, ama hayatında hiçbir ideal edinememiş bir gençtir. Uzun süreli ama korkunç derecede monotona bağlamış bir ilişkisi ve ilerde bir gün çok popüler bir yazar olmak gibi uçuk bir hayali vardır. Bu hayal uçuktur, çünkü üniversitede babasının zoruyla Ekonomi okumaktadır ve kariyer yolu yine babası tarafından çizilmiştir bile! 4. sınıfta ne yapıp ne edip İspanyolca öğrenecek ve mezun olur olmaz bakanlıkta İspanyol ekonomisiyle ilgilenen komisyonda çalışmaya başlayacaktır.Bu nedenle, tamamen yanlış bir yol seçip, Erasmus değişim programıyla hakkında hiçbir şey bilmediği Barselona'da bulur kendini.

Evli genç bir kadına aşık olur, daha doğrusu olduğunu sanır, kız arkadaşıyla da ilişkisinde hiçbir anlam aramaz, oda arkadaşının lezbiyen olduğunu öğrendiğinde en büyük üzüntü ve tepkiyi o gösterir, babasının bulduğu işi daha ilk gününde bırakır gider. Evet evet; bu çocuk bir an önce büyümelidir.

Serinin ikinci filmi Les poupees russes'te ise 30 yaşındadır ve bir yazar olmuştur, fakat hayal ettiği gibi popüler ve güzel romanlar değil, beş para etmez televizyon dizilerine senaryo yazmaktadır. İlk filmdeki sevgilisiyle çok yakın arkadaştır, derken kendinden genç bir kızla flört ederken, aşırı derecede bencil ve kaba davranışlarıyla kızı kendinden uzaklaştırır.

Yeniden aşık olur, aşık olduğu kadını bulduğu ilk fırsatta röportaj yaptığı güzel aktrisle aldatır. Evet doğru, 30 yaşında bir zampara olmuştur Xavier. Aşktan hala bir şey anlamamaktadır ve işin kötüsü kendinin de her filmde dediği gibi, hayatı darmadağındır. Memleketi bırak, devamlı oturduğu bir şehir, devamlı çalıştığı bir iş bile yoktur. Artık ilk filmdeki gibi, kravatından ceketinden, bütün sorumluluklarından kaçıp gideceği bir yer yoktur. Neyse ki film mutlu sonla biter ve aşık olduğu kadınla birlikte Paris'tedir artık.

Serinin üçüncü filmi, 2013'ün sonunda vizyona gireceği duyurulan Casse-tete Chinois adlı filmde, Xavier 40 yaşında, çocuklu bir dul olarak karşımıza çıkar. İsimden anlaşıldığı gibi artık kıtalar arasıdır aşk ilişkileri. Ama bana kalırsa hala bir ders alamamış olacak.
Xavier gibi bir karakterin genç nesilde çok yaygın olduğunu düşünüyorum. Sırf okumuş olmak için okuyan, idealleri uğrunda belli bir yaşa kadar hiçbir şey yapmayıp, sonradan mucizeler bekleyen, her aşk ilişkisini o çok yüksek "erkeklik" egosundan dolayı mahveden, görünürde çok nazik, sempatik ve düşünceli olup hayatını her adımda mahvetmeyi başarmış biri. Bu cümleler ne kadar çok acımasız görünse de, Xavier çok sempati duyduğum bir karakter. Hepimiz çoğu zaman idealler arasında bocalamadık mı? İçinde bulunduğumuz, illa zıtlık yaratmayı seven dünyada bu zıtlıklardan dolayı acı çekmedik mi? Xavier sadece bütün bunların üzerine bir de sürekli içgüdülerine göre davrandığından durumun etkileri onda daha büyük oluyor.
Şimdi bu seri filmden karaktere dair diğer karelere bakalım.

İlk filmdeki toy, cahil, ve umutlu genç Xavier. Hayaller falan o biçim. Hem ülke gezeyim, hem uçakta tanıştığım Fransız adamın karısıyla sevişeyim, hem sevgilim benden ayrılmasın, hem oda arkadaşım lezbiyen olmasın, hem bakanlıkta iş bulayım hem de, sıkılınca yani ilk günde işi bırakıp yazar olayım. Peh.

İkinci filmdeki anasının gözü Xavier. Moskova'nın en kusursuz ölçülere sahip yolunda yürüyen görüntüsüyle adeta kendiyle çelişiyor. Hayatındaki kadınlar sırasıyla: Barselona'da tanışıp aşık olduğu İspanyol garson, çocukluk aşkı Fransız Martine, mağazada tanışıp takıldığı zenci kız, evinde kalmaya başladığı mükemmel güzellikteki lezbiyen arkadaşı, ve yine Barselona'daki ev arkadaşlarından aşık olduğu Wendy, aaa daha bitmemiş, güzel İngiliz aktris var bir de.

Üçüncü filmle ilgili herşey ortada. Böyle zamparalıklar yaparsan, pılını pırtını toplayıp dolanırsın bambaşka kıtadaki sokaklarda. Malum artık gönlü bir Çinli'de. Dördüncü film çekilirse uzaya açılacak Xavier ve bir bilimkurgu izleyeceğiz. Öhöm.
Her kusuruna rağmen benim en sevdiğim karakterlerdendir Xavier. Çünkü acınacak derecede gerçek, inanılmayacak derecede komiktir. Aktör Romain Duris'i sevme nedenimdir.

25 Haziran 2013 Salı

Bloglovin!

Son günlerde, sıcak, yapış yapış, düğün, bibergazı kına, nikah, işbaşvurusu, blokaj, otobüs, yeşillik, otobüs, sıcak, pilates, tava, otobüs, topkek, otobüs, step, kardiyo, otobüs modundayım. Ama çok şükür köle muammelesi yapan işimden kurtuldum. Yeni başlangıçlara kendimi alıştırıyorum, bol bol otobüs yolculuğuyla beraber!


4 Nisan 2013 Perşembe

Baba



Baba... kelime olarak bakıldığında ne kadar basit. 4 harfli bir bebek ifadesi. Var olma sebebin olan bir adama bu kadar basit bir hitap neden? Bu sorunun cevabı yok, çünkü kelimeler kifayetsiz kalır. 

Zordur ataerkil bir toplumda hem baba olmak, hem kız evlat olmak. Baba, öyle çok içli dışlı olmaz kızıyla, mesafesini korumak zorundadır, kızını dövmeyen dizini döver'dir. Kızın namusunu koruma görevi ona verilmiştir, kazadan beladan koruma görevi de. Farkında olmadan kabul etmek zorunda kalmıştır bu rolleri, karakteri ne olursa olsun. Bu nedenle midir bilmem, kızlar çok geç anlar bazen babalarının değerini.

Bir baba sözüdür: "Beni şimdi beğenmez takdir etmezsin de, beş para etmez insanları tanıdıkça anlarsın değerimi." Anladım baba. Eve giren tek maaşını, kendin bir gıdım harcamadan çocuklarına feda ettiğin yıllarda  anladım. Kendi babanı kaybettiğinde, dedeleri öldüğü için evlatların üzülmesin diye gözyaşlarını yutup nefesini tuttuğunda anladım. İlerde biz senin torunlarına sigara içmemelerini öğütlerken kötü rol model olmak istemeyip sigarayı bıraktığında anladım. Sevdiğin dizi başlarken çocuksu ifadeni yakaladığımdaki utancında anladım. Taze ekmek bize kalsın diye, bayatı ıslatarak yediğinde; karanlıkta eve gelirken penceredeki siluetini yakaladığımda, her başarımda ve başarısızlığımda sırtımı sıvazlamanda, bir pot kırdığımda ağzını büzmende, her yaz tatilinde akrabalarla bir araya gelindiğinde, doğumumda bana nasıl ebelik yaptığını anlatırken anladım değerini... Bütün bunları söyleyebilmeyi çok isterdim baba. Ama ben, o zamanlar çok odun kafalıydım. Yaşama sebebimi görmezden gelecek kadar... 

Çok geç kalmadığım için ne kadar mutluyum anlatamam! Ne zaman bir dolma kalem görsem, yazdığın yazıları hatırlarım, ne zaman lavanta kokusu duysam senin kokunu duyarım. Gök gürültüsünde, karda kayan arabadan bizi kurtardığın gelir aklıma, yaz sıcağında sayende yapabildiğimiz güzel tatiller... İyi ki varsın baba.

 

18 Mart 2013 Pazartesi

Doğumgünüm bana geldiğin gündür!

Geyik başlığın tam tersine, kendi doğumgünümden bile daha çok heyecan ve mutluluk verir bana onunki. Zaten kendiminkinden nasıl mutlu olacaaaaam yaşlanıyorum günden güne.

Paris1_large
Bir arayışta olmamalı hiçbir zaman, gerçek ve güzel olan şey insanı hiç ummazken buluverir. Zaten en değerlisi de bu değil midir? Beklemediğin anda tutuverir elinden aşk. Keşdefilmemiş ufuklara onunla yürüdüğünü hissedersin. Üzülmediğin şeylere onun için üzülüp, daha önce tahmin etmediğin hisleri onunda tadarsın. 
Ömür kısa, çoğu zaman hayal kırıklıkları alır götürür en güzel zamanlarını, derken o çıkagelir, onun sevgisi. Ruhun hafifler, büyürken hem de. Kalbin gereksiz kırgınlıkları içinden atarken, katmanları artar. En derinini ona ayırırsın, bin kere şükredersin.
Binlerce kez şükür, doğduğun güne!

12 Mart 2013 Salı

Satamadım, satamadım, sattım gitti!

Müşteri: "Benim çok zamanım yok, yani var da çok yok, çalışma saatlerim hiiiç belli olmuyor. Ama bu ihtiyacım hep var yani. Birşey yapsanız benim için? Saati 50'ye olur mu? Biz seçebiliyor muyuz bu arada? Bağyan tercihimdir."

Satışçı: "Elbette efendim istediğiniz şekilde bolca var elimizde, ama saatleri uygun mu bakmam lazım. Siz hangi saatler müsaitseniz onu bana bildirmenizi rica ediyorum, sonrasında ben onlarla konuşup size uygun kişiyi ayarlayacağım efendim. Bizim için herşeyden kıymetlisiniz."

Müşteri: "Valla ben istemesem olmaz biliyorsun. Yalnız bu kişiler tecrübeli mi? Hayır yani tecrübesizse işini iyi yapamayıp beni tatmin edemezse çok pis cevabını veririm size de bir daha asla müşteri getirtmem."

Satışçı: "Haklısınız efendim. Bütün hepsi tecrübeli ve sertifikalıdır. Bize güvenebilirsiniz. Ben size bir de şöyle birşey yapayım, eğer 20 saatte anlaşırsak, aynı kişinin yürüttüğü kulüp ve benzeri diğer aktivitelere de katılabilirsiniz ve tamamen ücretsiz."

Müşteri: "Şey yani benimle birebir ilgilenebilecekler mi? Biliyorsunuz durumum çok acil ve titiz bir insanım, bu konuda yeterince kapasiteye sahipler mi? Eğer tatmin olmazsam, iptal ederim bu anlaşmayı. Geçen sefer bir arkadaşım geldiğinde hiç verim alamamış. Gururu falan da kırılmış bazı uyarılara. Hayır yani biz de işimizi gücümüzü bırakıp geliyoruz şurda yeni birşeyler için. Biraz anlayışlı olun yani di mi ama? Saati en fazla kaç inebiliyorsun şimdi şekerim? Bak, bir de güleryüzlü ve tititz bir bayan olsun da tepemin tasını attırmasın."

Satışçı: "Sizin memnuniyetiniz herşeyden önce gelir efendim. Elimizde şimdi aklıma gelen çok titiz, güleryüzlü ve hoş bir bayan var. İsterseniz onun da müsait bir saatine sizinle ayarlayalım şimdi?"

Müşteri: "Peki. Benim uygun saatlerim gece 9'dan sonra genelde."

Satışçı: "biz 9 buçukta kapatıyoruz efendim. Sizin için o şekilde pek verimli olmaz."

Müşteri: "Aaa. Başka bayan bakabilir misiniz. Ben ancak o saatte müsait oluyorum da."

Satışçı: "Peki efendim, ancak o saatte kapalıyız. Ben en iyisi size ek birkaç saat daha yazayım aynı hocayla, ama haftasonu katılın. Sizin gönlünüzü hoş tutmak bizim görevimiz."

Müşteri: "Tamam ben bir düşüneyim o zaman, uyarsa gelirim tekrardan."

Bu diyalog bir genelevde orospu seçmek için yapılmadı. Tatmin olmak dediği, aldığı kursun verimli gelmesi. Seçtiği şey de öğretmen. Satışçı da arada pimi kurulmuş bir robot. Yüzde yüz güleryüz, yüzdeyüz boş bakışlar. Bildiğin bir Stepford kadını.

5 Mart 2013 Salı

Yönetmen Cedric Klapisch, Film "Paris" (2008)



İtiraf ediyorum ki, filmi ilk seyrettiğimde yönetmenin ismine dikkat etmemiştim. Bu durum, sonrasında aynı yönetmenden tesadüfen 3 filmi arka arkaya izleyip beğenip, araştırmama kadar devam etti. Evet, Cedric Klapisch benim için bir fetiş haline geldi sevgili günlük. Bu adamın çektiği her film, kullandığı her plan, algılama ve aktarma yeteneği büyük övgüleri hak ediyor. Bugün bu olumlu yönleri 2008 yapımlı "Paris" filmi üzerinden anlatacak olsam da, aynı hatta daha sıcak etkiyi yönetmenin "L'auberge Espagnole" ve "Les Poupées Russes" isimli seri filmlerinden de anlayabiliyoruz.

Öncelikle bu adamın nereden torpili var, bu kadar
ünlü ve iyi oyuncuyu nasıl bir araya getirdi, filmi 3 ayrı ülkede kısa sürede nasıl çekti ve babam böyle pasta yapmayı nerden öğrendi ve benzeri sorularıma bir türlü yanıt bulamadığımı belirtmek isterim. Juliet BinocheFabrice LuchiniRomain DurisKarin Viard bahsettiğim oyunculardan birkaçı.

Filmin afişine ilk baktığımızda, puslu bir Paris sabahı manzarası görüyoruz, alışılmış olan parlak gökyüzü ve ışıklı Eiffel kombinasyonlarının aksine. Genç ve dinamik aşıklar, öpüşen delikanlı ve genç kız yerine, orta yaşlı aşık ve genç metresi, orta yaşlı kadın ve kardeşine beslediği sonsuz sevgi, ve genç bir delikanlının sağlık sorunu nedeniyle uzak kaldığı dansçılık mesleğine karşı olan özlemi çıkıyor karşımıza.



Bu filmde aşk bir iksir değil, bu filmde anlatılan aşkın yüceliği falan değil daha önce bahsettiğim "Paris Je T'aime" in aksine. Filmin de yer verdiği gibi, şehir aslında Baudelaire'in nitelediği gibi bir "Kötülük Çiçeği" olarak ele alınabilir. Yemyeşil parklarda şarap içen genç çiftler değil de, semt pazarında birbirine yazan orta yaşlı bir çift görmeniz daha olasıdır. Üç tane pazar satıcısının, kendileriyle isteyerek sevişmeye gelen 3 modeli reddettiği anlar da olabilir bu tabirin içinde. Ya da büyük şair ve besteci İsmail YK'nın da değindiği gibi "beni beğeneni ben ben beğenmem, benim beğendiğim ise beni beğenmez" durumunu haykırıyor yönetmen, diyebiliriz.



Filmin büyük kısmı karşıtlıklardan oluşuyor, yönetmen gözümüze bu farklılıkları sokmak için çırpınıyor resmen. Aslında hikayede ana karakter yok, ama afişten yola çıkarsak, Pierre (Romain Duris) adlı genç dansçının kalp hastalığı sonucu eve tıkılması ve üç tane birbirinden dinamik çocuklu ablası Elise'in onun evine yerleşmesi bu karşıtlıklardan ilki. Bir Türk filminde olsa, gencin öleceği ve ne kadarlık ömrü olduğu sürekli kulağımıza çalınır, durum trajikleştirilirdi. Arkaya da iki tane Galata Kulesi manzarası atıp bir de Kıraç şarkısı çaldın mı, tek planda kurtarırdın hikayeyi. Ama bu filmde Klapisch, oldukça basit görünmesine rağmen, diyaloglarla, hasta gencin yeğenleriyle geçirdiği anlarla o duyguyu izleyiciye geçiriyor. Çocuğun tüm hayatı balkonundan gördüğü iki kule arasına hapsoluyor. (Keşke ben de o manzaraya bakıp efkara kapılsam, çok şımarık bu çocuk çoook!)



Bir diğer karşıtlık, yaşlı tarih profesörünün, gepegenç öğrenciye duyduğu aşk mesela. Bir keman öğretmeni hikayesine dönmüyor hikaye. Genç kız profesörü çatır çatır aldatıyor, yani Fransızların genişliğini de güzel anlatıyor yönetmen ehe.



Beni en çok şaşırtanlardan biriyse, Faslı gencin Fransız modelle tanıştıktan sonra Paris'e göçmesiydi. Daha sonrasında da elinde tuttuğu Notre Dame kartpostalıyla Notre Dame kilisesine bakan köprünün üzerinde bakıp gerçek binayı karşılaştırdığı sahne de tebessüme sebep oluyordu. Bunun dışında filmdeki komedi unsurlarından biri de, has Fransız pastanecinin dükkanına, göçmen genç kız Khadija'nın tezgahtar olarak girmesi ve aralarındaki çekişmeydi. Bu arada Khadija yani bizim Hatice de Saint-Denis'liymiş, hemşehrim sayılır.




Paris filmi tek bir gönderiye sığacak gibi değil. Bu filmin benim için bu denli başarılı olmasının sebebi, şehrin dokusunun seyirciye hissettirilmesi. Daha önce semt pazarında başlayan aşk gösterilmedi Paris'te. Ya da lüksü simgeleyen bir gökdelenden, hiçbir filmde, sevdiği kadının küllerini uçurmadı bir karakter. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı bu gönderiyi filmin yönetmenini ve diğer çalışmalarını da gösteren bir görselle sonlandırıyorum.







26 Şubat 2013 Salı

Çok Büyük Klişe: "Paris Je T'aime"

Kurabiye daha çok sızlanır Paris Paris diye, demiştim ben. İçimdeki özlemi hiçbir şekilde dindiremez durumdayım. Anılar yavaş yavaş siliniyor zihnimden, o zamanlar yazdığım günlükler bile tutmuyor yerini. Görsel çalışıyor beyin ya da hiç çalışmıyor da olabilir, neyse o ayrı konu. Bu özlemi gidermek için arada sırada, tamam tamam her boş anımda Paris'te geçen bir film izliyorum. Paris'te geçen film deyince günümüzde akla ilk gelen "Paris, Je T'aime" oluyor genelde. 

Film fena sayılmaz, ama klişelerden uzak durmadan çekilememiş. Mutlaka bir aşk şehri tınısı eklenmiş, zaten orjinal olma gibi bir iddiası da yok filmin yönetmenlerinin. 21 ayrı yönetmen, 21 ayrı aşk hikayesiyle Paris'in bölgelerini tasvir ediyor. Çıkış noktası gayet güzel, hatta birkaç hikaye filmi hatırlanır kılmaya yetiyor. Örneğin, Joel ve Ethan Coen'in çektiği "Tuileries" ve Tom Tykwer'in objektifinden "Faubourg Saint-Denis" kısımları ilk aklıma gelenler  Ancak, Elijah Wood'un basit bir vampir hikayesine kurban edildiği "Madeleine" bölümü çok da yaratıcı olamamış. 
Fikrimce Joel ve Ethan Coen'in hikayelerinin başarısının nedeni, Paris'e turist olarak giden zavallı bir adamın, şehrin alışılagelmiş aşk şehri imajından çoook daha farklı şekilde sıradışı ve bazen tehlikeli aşıklara denk gelmesini anlatmaları. Yani Paris deyince akla gelen, şarap-Eiffel-aşk üçlüsünü, çişli metro-uçuklu ağız-aşk üçlüsüne dönüştürmeleri diye indirgeyebilirim.
Filmin "Faubourg Saint-Denis" kısmına gelirsek, beğenim tamamen montajla alakalı aslında. Kör aşık ve Paris'te aktris olmak isteyen genç kız klişesi bambaşka birşeye dönüşüyor bu filmde. O da görüntü yönetmenini alnından öpmek için Paris'e gidesim var dedirttiriyor insana. Film akışındaki hızlanmalar, ani yavaşlamalar, kamera açısının her ayrı planda değişmesi gibi şeyleri kastediyorum. Şu an içimdeki sinema yorumcusunu Çılgın Türk'e bağlıyorum ve...
  
Evet! Filmi sevmemin esas nedeni Çankırı Çay Salonu (!) Türk Mahallesi, nam-ı diğer Faubourg Saint-Denis'e dair yansıtamadıkları tek şey, mahalleye girer girmez insanın üzerine salınıveren bakışlar elbette. Bu arada bu Çankırılı abiyi gerçekten kutlamak lazım, o da alışılmışın dışında bir isim seçmiş "Bosphorus", "İstanbul" veya "Marmara" dan başka bir isim tercih ederek!
Aslında bu filmi şehre dair anılara sahip olmayan biri çok beğenmeyebilir, hatta sıkıntıdan ölebilir, özellikle "Quartier Latin" bölümünde. Yine de, "Quai de la Seine" bölümünde, imam amcanın, kızından hoşlanan Fransız delikanlıya öldürecek gibi bakması ve çocuğun tırsması sahnesinden sonra, delikanlıya dönüp, gülümseyerek ne iş yaptığını sorması sahnesi için bile izlemeye değer bir film olduğunu düşünüyorum.
Filmdeki önemli oyuncular da cabası. Çok Hollywood suratlı bir izleyiciyse eğer filmi izleyen, bir Audrey Tautou yok malesef. Onun yerine bağrıma basacak kadar sevdiğim Juliet Binoche var. Ancak bu son sözümü yutmak zorundayım, zira film oldukça Hollywood özentisi olduğunu, Natalie Portman, Nick Nolte ve Maggie Gylleenhaal gibi oyuncuları ve filmin yüzde 80'inde İngilizceyi kullanarak gösteriyor zaten.
 
Paris deyince, esas değinilmesi gereken, ve yönetmenin de bundan ne kadar emin olduğunu filme dolaylamadan "Paris" adını vermesinden anlaşılan filmdir. Bir sonraki gönderi.





25 Şubat 2013 Pazartesi

Ne Zaman Büyüdük Biz?

İzin günüm, çekmişim altıma bedenime 2 beden büyük gelen kotu, pasaklı pasaklı bankaya gidiyorum. Tüm günü harcamak istemediğimden dörtnala yürüyorum. Aniden boyumdan büyük bir ergen sesleniyor: "Hocam!"
Yanlış mı duydum, biri bana hocam mı diyor? Hocam sözünü duyunca aklıma elinde cetvel, okul kapısında bekleyen kelermiş Selim Hocam geliyor, ortaokuldaki müdür yardımcımız esirgemezdi de cetveli popolardan! Bense, kotlu, taranmamış saçlı, anorak montlu bir şişman imajı çiziyorum, otorite sıfır, işte bu anda "yakalanıyorum". 
Öğrenci de benimle aynı fikirde olmalı: "Yakaladım sizi hocam, nereye böyle?" Sana ne be, hem ben senin nereden hocan oluyorum benden altı üstü 5 yaş küçüksün triplerine giriyorum, elbette içimden. Beni baştan aşağı süzüyor, suratında beğenmeyen bir ifade, daha çok ekşi yoğurt yemiş gibi: "Hastasınız galiba..." Birkaç yaş büyük göstermek için yaptığım koyu makyaj olmayınca daha çok hasta gibi görünüyormuşum meğer, veya benim suratım da nasıl düştüyse, iyi niyetli delikanlı böyle bir soru yöneltiyor. Evet, diyorum, biraz hastayım, sen nasılsın? Sesim de ders anlatma diksiyonu ve tonuna bürünmüş halde! Yaş olmuş 32 o an.
Sahi ne zaman bu kılığa büründüm ben? Nicedir aklımda bu soru. Gerçekten olgun bir öğretmen edasında olmak içimden mi geliyor, yoksa rol mü kesiyorum? Bu ince çizgide kimbilir nerede duruyorum... Kırmızı pantolonumu Cuma günleri giyiyorum, ve öğrenci görürsem yolumu değiştiriyorum. Klasik pantalon ve ceket giyip, ayaklarıma spor ayakkabı geçiriyorum, koca vücudu topukların üzerinde taşımaktan ziyade, o büyük kılığa bürünmek zor geliyor; kabullenmesi zor yani. Derken aklıma şu video geliyor:
Küçük kız inatla büyüdüğünü ifade ediyor, "Büyüdüm ben, herşeyi yaparım!" Ama onunla aynı fikirde olamıyorum, büyüdükçe elim kolum bağlanıyor, hayallerim küçülüyor. Klasik bir pantolona takılıyor hayallerim. Topuklu ayakkabıların altında eziliyor, Tuttuğum tahta kalemi hep siyah, çocuk öğrencilerimle aynı dili konuşmuyorum. Hocam lafını üstüme alınmaya anca alıştım.
Sığamıyorum, bünye büyük.1

12 Şubat 2013 Salı

Cambridge'li Kedi Benim Kedim

İngilizce öğretiyorum, ama öyle aksana önem veren biri olmadım hiç... Üniversite yıllarında da yurt dışına gidip geldikten sonra sunum yaparken Amerikan aksanıyla konuşmak için müthiş çabalar gösteren arkadaşlarıma güldüğüm için midir, yoksa oldum olası özentilikten nefret ettiğimden midir, hatta beceriksizliğimden midir bilmem. Bir düşüncem de şu oldu hep; elin İspanyolu İngilizceyi şakır şakır konuşurken gayet de rahat bir şekilde "Yeşş. Ay vud hayk a pişa" diyorsa, bizim "Yes. Ay vuldlayk e pizza" dememiz çok da tuhaf kaçmaz (!).
İşin şakası, abartısı bir yana, bir dil öğretmek mesleğim haline geldiğinde bir an bocaladım. Bölümümdeki bahsettiğim arkadaşlardan dolayı az çok Amerikan aksanı çakabiliyordum da, kullandığım ders kitaplarındaki işitsel kaynaklar hep İngiliz aksanlıydı ve ister istemez öğrenciler aradaki farka takılıyordu. Bir gün, bu farkı yenmeye çok pis kafayı takıp, sonrasında herşeyi çakma İngiliz tonlamasında söyler duruma getirdim kendimi! Tabi ki, kedimin de eski bir İngiliz leydisi olması durumu güçlendirdi. Sahi, kedimle İngilizce konuştuğumu, daha doğrusu konuşmak zorunda olduğumu, hanfendinin de öyle her aksanı değil, yalnızca İngiliz tonlamasını anladığından hiç söz etmiş miydim acaba! Durum tam da bu. Kedimin eski sahibi bir İngilizdi. Bütün komutları, sevgi gösterilerini öyle yaptığı için, "Pinky, kam hiyaaa!" demedikçe getirtemiyorsun hatunu yanına. Sahibi gibi havalı olmalı kendisi (!).
Aksana takılı olmadığım zamanlarda bile bana itici gelen İngiliz tonlaması iyice yapıştı dilime. Hem tiple de uyuşmuyor yani, bir Amerikan aksanı olsa, ben zaten Türk-Amerikanım, veya Hispaniklerle takılıyorum diye bir imaj çizebilirsin. Ama kara gözüm kara kaşımla Ronald Weasley aksanına geçince pek de normal durmuyor. Geçen günlerde kedimle beni izleyen komşu teyzelerden birkaç kere cıklama sesi duydum. E haklı kadın! Sen kalk sabah pijamanla, daha kötüsü pijamanın altında çizmenle bakkala ekmek almaya git, arada bir ağzından Angara ağızlı konuşmalar çıksın, sonra köşe başında kedinin birine İngilizce parçala. Benim miniğim de nasıl bir mağrursa, sanki Cambridge'nin maskotu yağ torbası! Yarın ilk iş, beni kedimle konuşurken yakalayan komşu teyzeye "Fenkyu" diyeceğim.