Follow this blog with bloglovin

Follow on Bloglovin

25 Haziran 2012 Pazartesi



 
Özlendin Çok!
Uzun ve kocaman bulvarların, geceleri karanlık nedir görülmesi imkansız gökyüzün, birbirinden soğuk ama mağrur insanların, geceleri insanı bir romanın sarı sayfalarında hissettiren nostaljik esintin, gündüzleri durmak bilmeyen temposu ve koşuşturmasını büyük meydanlarda hiç güvercin bulamadığında anlaşılan büyülü bir şehirdin Paris!
Bir çok insanın Paris deyince aklına Eiffel Kulesi gelir. Gustave Eiffel fena tasarlamamış, manzarası da fena değil, ama Paris deyince benim aklıma arnavut kaldırımlı dar sokaklar, haftasonları sabah kurulan semt pazarları, bitmek bilmeyen metro ağları (şimdilik 14 tane), koskoca bir şehir kadar olan banliyöleri, incele incele bitmeyen şehir haritaları, mükemmel tatlıların tablo gibi sergilendiği patisserie'ler, fular-kasket-trençkot üçlüsü, üşümek bilmeyen güzel kadınlar, korkmak nedir bilmeyen zenci kadınlar, üniversitelerine polis girmeyen, girse de ilk önce üniversite girişinden izin alan polisler, bitmek bilmeyen grevler (bazen sinir bozucu hale gelse de), çiş kokan metrolar, şarap-peynir-Luxembourg Bahçesi üçlüsü, Esmeralda, Baudelaire, F. Scott Fitzgerald, Edith Piaf, Pablo Picasso, Dali, Monica, Caio, Daniel, Adriana, Florian, Sean, Agnes gelir. Arkadaşlarım, dostlarım gelir. Bunların en başında, bana aşkı getiren Pont des Arts gelir.
Woody Allen "Midnight In Paris" filminde Paris'e en güzel yağmurlu havanın yakışacağını iddia eder. Tamamen katılmakla birlikte, buna geceyi de eklemek istiyorum. Gökyüzüne başını kaldırdığında yıldızları göremezsin, çünkü şehrin ışıklarının gölgesinde kalır yıldızlar bile... Bu yüzden Işık Şehri derler, karanlık anını şehrin ara sokaklarında gökyüzüne bakmadığın an yakalarsın sadece.
Ben bir şehir kadar büyük banliyölerin birinde, ara sokakta bulunan bir öğrenci yurdunda yaşadım. Hala orası kadar yuvam diyebileceğim bir yer yoktur belki. Korkunun mazi olduğu şehirdir Paris benim için, korku öğelerinin bal gibi farkında olduğum halde. Kötülük Çiçekleri'dir: güzelle çirkin, tarihle yeni, Avrupa'yla oryantalizm, fakirlikle zenginlilk, bir gün karnını doyuracak birşey bulamazken, diğer gün şehrin merkezinde pahalı bir tiyatro oyunu izlemek, okuluna 5 dakika yürüyüp varırken, sevdiğini görmek için banliyöye 2 saat yol gitmek; sevmek, sevilmediğini bilip sevmek, sevilmeye başlamak, daha çok sevmek, hep sevmek ve sonuna kadar sevilmektir. Aşkı keşfettiğim yerdir. 
Not: Ben daha Paris'i sayıklamaya çok devam ederim sevgili günlük. Kurabiye kurabiye olalı, Paris gibi tepsi görmedi!

20 Haziran 2012 Çarşamba

Bi' Kahve?
Kahve bağımlısı olmadan önce hayat...
"Huzurlu" diye adlandırabileceğim ama aslen "otumsu" hayat... Yenilgisiz, ya da yenilgileri fark etmediğim, büyük kazanımları olmayan, hayal kırıklığı üçbeş küçük ayrıntıdan oluşan, gelişmelerin farkında olamadığım uzun ama göz açıp kapayıncaya kadar geçen hayat. 
Herşey bir fincanla başladı...
Ailemden ilk kez ayrı kalacağım 6 aylık yurtdışında bulunduğum süreçte, Türkiye'den bir hatıra olsun diye yanımda 2 tane küçük kahve fincanı ve bir cezveyle birlikte bir paket Türk kahvesi götürdüm. Orada Türk arkadaşımla her türlü bahaneyi kullandık kendimizi mutfağa atıp bi' kahve içmek için. "Kafam acayip bozuldu ben bu Fransızcayı öğrenemicem yeaaaa!", "Tamam o zaman üzülme gel bi kahve yapalım..."'dan tut, "Bugün bana her söyleneni anladım, bir kaç arkadaş bile edindim vay bee.", "Hadi bi kahve içelim, hem hazır tiramisu da var dolapta" ya kadar bilimum sebep yarattık kendimize. Yeri geldi, "Sabahlamam lazım bugün bir haftadır bakmıyorum şu kağıtlara", yeri geldi "Özledim demek istemiyorum ama özledim galiba" lara kadar ulaştı. 
Türk kahvesinin ünü Brezilya'nınkini geçti!
Derken bir gün, 3 Brezilyalı arkadaş bizi fal bakarken yakaladı günlük! Tam almışım elime fincanı geçiyorum dalgamı 4 yolun var 4'ü de b.ka çıkıyor diye; çocuk "Oğ mon diyööö lö kafeeee!" diye fırlamaz mı mutfağa... Hemen pişirdik birer tane de onlara. Üstüne fal bile baktık bilmediğimiz halde. O gün bugündür Türk kahvesi gözümde sosyalleşme, geniş ufuklara açılma simgesi haline bile gelmiştir.
Bununla bitmedi kahvenin benim için anlamı. Her durumun kılıfıdır "Hayat devam ediyor" cümlesi ya, benim için hayat 2 yıldır devam ediyor aslında. Beni ben yapan en büyük yaşantılar bu iki yılda; ve kahve bağımlılığım da bu 2 yılın sonlarında tavan yaptı. Hatıra olsun diye yanıma aldığım 1 cezve, 2 fincan ve 1 paket bir daha benden hiç ayrı kalmadı. Kahvenin olayı hatırayı geçti, 40 yılın hatırını da geçti; yeri en büyük içecek oldu hayatımda, gerçi güzelliğimi suya borçluyum şekerim günlük (!).
Uykusuzum, bi' kahve.
Yorgunum, iyi gelir bi' kahve.
Heyecanlıyım, yatıştırır.
Yalnızım, en sıcak ve tatlı arkadaşla yarışır.
Yoğunum, dinlendirir.
Çok mutluyum! Bi' sigarayla iyi gider.
Tam bu yazıyı ararken, 9 yaşımdan beri ciğerimi bilen arkadaşımın arayıp, "Seninle kahve içmeyi özledim" demesi...



16 Haziran 2012 Cumartesi

Bir Kitap Düşünün, Size Unutmak Üzere Olduğunuz Benliğinizi Hatırlatan; ve Demagoji Yapmadan...
Belli kesimleri yerin dibine sokarken, objektiften uzak durup kendi ülkesinin insanını bir çok suçla itham ederken güzel roman yazdığını sanan romancılardan olmayan bir yazar olduğunu bu kadar açık görmemiştim Livaneli'nin; veya o kadar iyi sezemiyordum yazarların rengini.
Bitirdiğim bölümün de katkısıyla, karşılaştırmayı ister istemez yapıyorum kitap okurken. "Serenad"a başladığımda, günümüzde moda haline gelen sözde "Ermeni Soykırımı" ve Osmanlı sonrası Türkiye'dekilerin "Türkiyeli" terimiyle adlandırılıp bu soykırımla ilişkisini, okurken sanki kafanın içini açıp zorla yerleştiriyormuşçasına inanması zor kurguları içiçe geçiren bir roman olduğu önyargısına kapıldım romanın... Ama Livaneli'nin başarmaya çalıştığı şey, önyargılarla savaşmak zaten romanda.
Burayı bir kitap tavsiyesi yazısı haline getirmek istemiyorum sevgili günlük. Asıl değinmek istediğim, kitap sıradan bir kadının sıradan hayatını bir anda değiştirecek şekilde ufkunu genişletmeye karar vermesini ve bu gücü ölmek üzere olan Alman bir profesörden almasını anlatıyor. Böyle söyleyince karışık geliyor belki,  ama kitap bittiğinde insanın özüne dönesi geliyor, ertelediği şeyleri, vazgeçtiği orjinalliği ve tüm ideallerini gerçekleştirmek için harekete geçmesi gerektiğini hissediyor. Kitabın ana karakteri Maya, kendi keşfine okuyucuyu da davet ediyor, hem de çok sürükleyici bir halde.
Romanı okumayı 4 günde bitirdim, çalışmıyor olsam bir solukta okurdum. Sevginin bin bir türlü halini klişeleşmiş romantizm öğelerini kullanmadan anlatıyor. Peki neler görebiliriz bu romanda?
Dokunmanın sevmek olduğunu, ama sevişmenin her zaman seks olmadığını;
Dünyanın bir ucundaki insanın hayarınıza dahil olmasının güneş altında dondurmanın erimesi kadar doğal olduğunu,
Herkes ve herşey size düşmanken, en beklemediğiniz insanın size destek olabileceğini,
İktidarın en yufka yürekli insanı bile güç ihtirasına bürüyebileceğini,
Keşfetmenin, aşkın, yeni başlangıçlar yapmanın yaş ve yer tanımadığını
ve en önemlisi,
Kadın olmanın sadece anne olmak anlamında gelmediğini, kadının bir birey olarak varlığını eğer isterse her yaşta ve her yerde kanıtlayabileceğini... 

12 Haziran 2012 Salı

"Ege'nin İncisi" Büyük köy İzmir
ve tüm groteskliği
Sabahları sokakları sıcaktan ve ihmalden çöp kokan, Pazar sabahları kusmuk kokusundan yürüyemediğiniz, o herkesin övdüğü kordonunda bira ve kahve içmek dışında hiçbir şey yapamayacağınız, her köşesinde ya falcı çingene ya da otçu hergele görebileceğiniz, kadın haklarını mini etek giymekten ibaret sanan, kordon boyundaki yüksek ve yeni restore edilmiş binalarının ardında uzayıp giden bir gecekondu ve genelev yığınına sahip olan, gençleri sadece alkol almak ve gece kulüplerinde kopmayı düşünen, bir sonraki semtine en az 50 dakikada o da şanslıysanız varabileceğiniz, Ege'de yer almasına rağmen küçük bir alanda bile yeşillik görmek için büyüteçle gezilen, 10 yıldır içinde sıçanların gezdiği kendi kaderine terk edilmiş binaya sadece bir kaç tablo ve ekran döşeyerek Avrupa'nın en özel sergilerinden, birini konuk ettiğini öne süren; "demokratiklaikmedenimoderncumhuriyetçi" bir şehrimizdir İzmir. Grotesk bir romanın geçtiği bir sahil kasabasıdır.

3 Haziran 2012 Pazar

Çömleği Kırmak- 2. Kısım
Hiç şaşmayan bir yöntem: Başkası olma, kendin ol!..
...Kendiliğinden kıçının üstünde yuvarlanırsın zaten. Bu ne demek peki? Tarkan abimizin yıllar öncesinde söylediği gibi "Başkası olma kendin ol" cümlesinin gaza getirmesi değildir sadece. Bu, kendini yetişkin olarak gören, yetişkin bir birey gibi kendi kararlarını alabilen, yorumlarını yapabilen birisinin hiçbir çaba harcamadan gayet net bir şekilde hayal kırıklığına uğraması durumudur.
Egosantrik dönemden önce...
Egonun tavan yaptığı ergenlik döneminden önce, ister kız ister erkek, etrafındakilerle aynı olduğunda tarif edilemez bir sevinç duyar insan ya hani. Örneğin, küçük bir kız arkadaşıyla aynı renk kazak giydiyse mutlu olur; veya bir erkek çocuğu arkadaşında olan bir oyuncağa sahip olunca sevinçten yerinde duramaz. Böyle örneklerin egosantrik dönemin ve düşüncelerdeki bireysel gelişimin de etkisiyle değişmesi lazım doğal olarak. Ama yok sayın günlük! Bu hala toplumsal bilinçaltının acı bir gerçeğidir (yaş ve yer fark etmeden), hala benzerlik çok mutlu eder kimilerini. 
Herhangi birşeyi ilk gerçekleştiren olmaktan korkulur mesela, geç kaldığın kalabalık bir derse kapıyı tıklayıp girmeden önceki tereddüt ettiğin 1 saniye gibi. Daha önce kimsenin denemediği bir yemeği yapmak gibi... Hiç kimse takdir etmez, ayıplanırım korkusu... Ki zaten haksız bir korku mudur bazen, diye düşünmek de gerekli. En basitinden, çoğunluğun tercih etmeyeceği türden bir sanat icra eden müzik grubu var diyelim. İlk zamanlar orjinalliğiyle birşeyler yapmaya çalışır, ve malesef hele de ekmeğini bu işten yiyorsa nabza göre şerbet vermek zorundadır ve müziğini "normal"leştirmeye çalışır. Bunun en güzel örneğini Zakkum (tıkla) müzik grubu için verebiliriz. 
Normalleşme tehlikesi
Ah nerede o androjen tarzda tınılarla döşeli, Placebomsu vokaller! "Ah Çikolata" şarkısındaki bariz kulağa gelen bas ve elektrik gitar sesleri... İlk dinleyişte çoğu zaman antipatik gelen, ama kesinlikle akılda kalıcı ve çarpıcı bir vokal... Hele ilk albümdeki "Ahtapotlar" düzenlemesi! "Kırrrravatımı!" diye bağırması, vurmalu çalgıları gayet net kullanmaları, klipte bir hatun kişi olması, grup üyelerinin saç ve makyajının orjinal görünmesi... Bir de 2011'de bu güzelim şarkıya yaptıkları "akustik" kılıfı altında normalleştirilen düzenlemeye bakıyorum... (Dinlemek için buradan "Ahtapotlar-akustik") Klipte solistin yüzüne yakın plan giriliyor, eskiden makyaj yapan adamda bir kaç rötuş hariç birşey yok. 
Verdiğim örnekte derdim elbette ki şarkıya başka versiyon uygulanması değil. Ancak bu "normalleşme" furyası bir kaç yılda bir kendini tekrar ediyor ve bu sinirimi bozuyor. Her 2 yılda bir, bir popüler müzik şarkıcısı tarafından 80ler pop albümü yapılıyor. Ama hiç kimse 90lar pop albümü yapmaya, o dönemdeki şarkıları tekrar yorumlamaya cesaret edemiyor, çünkü 90larda çok değişik tarzda şarkılar denenirken, 80lerde aynı ritmi takip eden romantik sözlü aşk şarkıları dönemiydi. 2000lerin şu zamanlarına baktığımızdaysa, bir "arabeskleşme" modası hüküm sürüyor. Türkü söyleyen Şevval Sam, arabesk albüm yapıp gözümde düşüyor, Işın Karaca, o güzelim sesini çatlata çatlata arabesk şarkıların canını acıtıyor, Zakkum, anason kokulu, aynaların bizi yaşlandırması temalı, "dostlar!" nidalı arabesk bir meyhane şarkısıyla ikinci albümünün çıkışını yapıyor. Aslında eminim ki bu isimler durduk yere hadi biz de normak olalım artık demediler. Para kazanmak isteyen "yapımcı" adı verilen takım elbiseli iri yapılı beyefendiler, öyle buyurdu. Dolayısıyla, zamanında Ankara'nın barlarında birbirinden ünlü veya ünsüz Indie tarzı rock grupların şarkılarını yeniden yorumlayan 12 yaşındaki Zakkum, meyhane masasında su bardağı kaldırıyor!  
Sadede gelmeyi unuttum! Orjinallik ayaklara itinayla kara su getirir.
Yazıyı yazmaya başladığımda aklımda çok daha farklı bir örnek vardı. Ülkenin en güzel sahil kenti olarak bilinen İzmir'de kısmen orjinal bir genç çiftimiz, bir yaz akşamı tiyatro, sinema veya konser gibi bir etkinliğe katılmak isterler ve çok da geç olmayan bir saatte İstanbul'da Taksim neyse İzmir'de de öyle olan bir yerde yani Konak- Alsancak arasında yapacak birşeyler ararlar. Akşamüstü saat 6'da başlayan bu arayış, saat 9'da hüsranla ve çoğu gençmodernincecikkemikgözlüklüsolcuİzmirlimarlborolevisconverse tipinin yaptığı gibi o mükemmel anlata anlata övülemeyen (!) Kordon denen yerde bira içmeye karfar vermekle sonuçlanır. Kısacası, başkası olmayıp kendin olmak çoğu zaman ayak ağrıtır!