Follow this blog with bloglovin

Follow on Bloglovin

2 Aralık 2012 Pazar

Bu şarkılar da olmasa...

Belki de kimsenin bilmediği bir özelliğimdir hayatımın sahnelerini sanki bir pembe dizi sahnesiymiş gibi şarkılara yakıştırmak. Daha doğrusu şarkılar seçmek anılarıma en çok yaraşan. Böyle birşey yazmak neden aklıma geldi diye soracak olursan sevgili günlük, zenci vokalli yazım bugüne kadar en çok okunan yazı olmuş. Burada okunma derdi olmadan sadece özgürce zırvalayabilmek için yazdığım aşikar. Ama yine de içim yumuş yumuş oldu bir kurabiye olarak.
Günümüzden geriye başlayarak bu sayfayı yine bir serüvene çıkarıyorum. 90'larda kendini bilmiş bir kişi olarak yine çoğunlukla 90lar 2000lerin başlarını anlatan küçük bir hoşluk gibi düşün.
Bugünlerde, daha doğrusu yaklaşık bir yıldır ceptelefonumun çalma listesinden hiç çıkmayan bir şarkıyla başlamak lazım, Coolio Gangsta's Paradise:
İçimde bir gangster yatıyormuş da haberim yokmuş! Daha ilk parçadan bir zenci vokal havası esti bakalım sonumuz aynı yere mi çıkacak. Bu şarkıda en çok sevdiğim bağıra bağıra söylediğim yerlerden biri şudur: "I'm an educated fool with money on my mind/ got my ten in my hand and gleam in my eye.../...I'm twenty three now but will I live to see twenty four?" İşte bu son satır yaralıyor be. Doğumgününe günler kala insan gerçekten düşünüyor, yaş da bu şarkıyla aynı olunca. Uğurlu sayı 23 çok şey getirdi, ama yenileri lazım ve herşey belirsiz, heyecan ve gerginlik bir arada! Az sonra! (Yazı taslak halinden anca çıktı, doğum günü geldi geçti, herşey olumlu çoook şükür).
Yıllardan 2011, aylardan Eylül. Çöreğimle en güzel 3 günümüzde, daha önce hiç bulunmadığım ve belki de bir daha gitmeyeceğim küçük bir şehirde birlikte söyledik söz konusu şarkıyı. Eskiden de o müzisyenin şarkılarını dinlerdik ama bunu birlikte söylemeye dilimiz varmazdı çünkü fazla olumlu. Yavuz Çetin'den gelsin:
Ve yıllardan 2011 için birçok farklı şarkı var aslında. 2012 geldi geçiyor, ben hala 2011'de takılıyım. Nasıl unutayım olmak istediğim ve bir zamanlar olduğum yerleri! Neyse ki bu yıl herşey daha rayına oturmuş, daha düzenli ve temkinli benim için. Ve postu 2011'de ve 2012'de aklımda olan sözlerden olan bir şarkıyla sonlandırıyorum. Her zamanların en güzeli, illüminati milluminati de deseler Beyoncé:
Put a ring on it! Actually, got a ring on it!

Bana kendinden bahset...




Cevap vermesi en zor sorulardan biri: "Bana kendinden bahset..." İzdivaç furyası dönen, güzel ve yalnızdan öte, bi sikime benzemeyen riyakar ülkemde bu soruya verilen en belirgin cevap: "Evim var, aylık gelirim bıdı bıdı..." şeklinde. Evet ağzım bozuldu, artık otosansür uygulamıyorum. Ben de kendimden bahsediyorum artık, bu yani, ağız bozuk, aksi, gergin ve böyle mutlu biri.



Bu soruyla başlayan bir film afişi gördüğümdeyse, anında merak hissim uyandı. Çok elit, çok saygın bir Beyoğlu müdavimi olduğumdan, "yüksek eğitim"imi Sorbonne bilmem kaçta aldığımdan mütevellit, filmleri de Fransızca izliyorum Allah seni inandırsın. Allah'ı da büyük harfle başlayıp bir de kesme işaretiyle ayırdım ya, şimdi riyakar ben oldum galiba hihi. Neyse bu durumun da "güzel" ülkemde gideri var, memur neyim olurum belki 9-5. Bugün geyik modumdayım galiba, filmi beğendim ve unutmak istemiyorum, en iyisi birkaç lakırdı etmek hakkında.
Daha önce "Paris" (2008) filminde pastanedeki nemrut kadın rolünde izlediğimiz Karin Viard, bu filmde resmen şekil, renk vs herşeyi değiştiriyor. Kapı açışında, mantosunu çıkarışında, sigara yakışında herşeyde bir asalet. zaten bu Fransızların veya genel olarak Avrupalı sinemacıların son yıllarda cinsiyetçiliği yıkan imajlar oluşturmaları hoşuma gidiyor fena halde. Eğer Karin'in kadın olduğunu söylemeseydim ve okumasaydın, "kapı açışında, manto çıkarışında, sigara yakışında asalet var" dediğimde yukarıda, aklında hemen bir Antonio Banderas, veya bir James Bond, ama şu bi önceki yakışıklı esmer olan hah Pierce Brosnan canlanacaktı. Yok! Bu sefer ana karakter bir kadın, hem de hepsinden daha karizmatik, cinselliği çağrıştıran kırmızı ruju veya kırmızı elbisesi olmadan da seksi, dekolteler olmadan da dikkat çekici ve en önemlisi güçlü.


Elbette filmin içerisine bir aşk hikayesi yedirilmiş. Fakat bu sefer kadın zayıflığıyla, zaaflarıyla değil, ondan birkaç yaş küçük genç zaaflarıyla ve masumluğuyla kadına tutkun hale geliyor. En önemli anektotsa, radyoda ismini vermeden program sunuculuğu yapan kadın birnevi Güzin Abla modunda insanların derdini dinliyor ve kimseye anlatmaya cesaret edemedikleri şeyleri soruyor. Bunu yaparken de "Parlez moi de vous", yani "Bana kendinden bahset" diyor. Anlatmaya cesaret edemediklerimiz midir hakkımızdakiler? Tantuni üstüne bira-tekila-kokoreç yapıp, bol soğan-sigara-alkol kokusuyla uykuya daldığın geceden sonra etrafa hergecedişlerinifırçalayanhijyeninsan imajı çizmek gibi mesela...
Görüldüğü üzere film anlatmakta kötüyüm. Bana sembolle yoğurulmuş bir film ver, on saat konuşayım bu bu demek falan diye artistlik taslayayım, ama bu şekilde konusu basit ve son derece insani filmde karşımdaki izlemeden aklında birşey canlandıramıyorum. Dedim, belli bir çevrenin insanıyım, dandi mandi takılıyorum, ha bu arada sarhoşken diş fırçalamıyorum!
Karin viard parlez moi de vous

Filmdeki esas çok sevdiğim husus, Paris'i göreceğim diye debelenmemdi! Söylemeden edemedim.

6 Kasım 2012 Salı

Yolun Neresi Burası?

Baş mı, son mu, en güzel yeri mi, en zoru mu, yoksa en önemsizi mi? En gereksizi gibi görünen ama en keyiflisi mi... Yoksa en önemlisi mi? Gelecekte hatırlayıp gülümseyeceğin mi, yoksa somurtacağın mı, yolun neresi burası?
Bu satırları Paris güney yakada Saint-Germain Bulvarı üzerindeki çatı katı dairemde, sevgilim benim için krep pişirirken yazıyorum, ve burnuma gelen güzel kokular ne yazacağımı unutturuyor. Birazdan yağmur altında şehri turlayacağız, malum burada hava geç kararıyor. Kalbine mi indi? Şaka lan şaka. Kıbrıs Şehitleri Caddesinde bir kafede pinekliyorum, yanımda ergenler yüksek sesle ders mers tartışıyor. Erkeklerin çatallanmış sesleri, kızların fok balığı seslerine karışıyor. Cüzdanda para az, kilo da fazla yeşil çay içiyorum hehe. Bak bu çok Avrupai sahiden.
Bir sonraki girdi film yorumu olsun o zaman. Hayat yeterince boktan ve renksiz, yoksa çok mu renkli şöyle bolca siyahlar lacivertler, morlar falan? Kafa sorularla dolu!


21 Eylül 2012 Cuma

Kadınları çıldırtan şey!

Yoooo! Seks falan değil. İçinde zenci geçen cümleler de değil inan ki. Hele alışveriş, belki zorlar ama bahsi geçecek olan şeyi geçemez sevgili günlük. Son birkaç aydır çok sıkı şekilde tanık olduğum gayet absürd bir durum var ortada. Günümüzde her köşe başında, her televizyon kanalının sabah kuşağında, her diyet programında rastlanan tek bir kelime: PİLATES!
Yaklaşık 10 tane kadın, geniş bir salonda toplanır, içeri spor hocası genç bir kadın gelir ve cd çalarda olabilecek en seksi (!) müziği açar. Seksi derken şu yeni moda "secret" kitabı ve onun ardından gelen meditasyon cdleri furyasındaki müzikleri kastediyorum. Hani sanki içinde saten geceliği olan tayyörlü kadın patronun odasına girmiş ve ona masaj yapmaya yeltenmiş müziği, tövbe yarabbim! İşte örnek:
Bu ortamda kendini bulan, ömründe pilatesle işi olmamış kurabiye, ister istemez utanıp çekinir ama bayağı da meraklanır. 10 kadının hepsinde bir güleryüz bir kibarlık, sanki evrenin şifresini çözmüş bir buda hepsi! Bu arada, kadınlar en fazla 55 kilo, birkaç tane yaşı ilerlemiş olansa şişmanlıktan öte sıkılaşmak istiyorlar. Bense bunların ortasında zebellah gibi, asık suratımla duruyorum! Üzerimde de South Park çizgifilminden Cartman'ın resmi olan tişörtüm var, buyursunlar:
Yani baştan belli benim tarzım, şişkoyum, Cartman gibi tatlıyım somurttuğuma bakmayın, tadında. Her neyse, derken bir anda "nefes açma" hareketleri başlıyor. Sanki açık hava konserine çıkacağız birazdan! Hep Ebru Şallı'dan izlediğimiz nefes verme, yani halk diliyle, "Püf...püf...püf" hareketleri yapıyoruz. Ben bir gülme alıyor, yüzümü duvara dönüyorum tam o anda hocadan uyarı: "Nefesinizi doğru açmazsanız Diyaframınız erken yorulur ağrı hissedersiniz, lütfen dikkat edelim, evet... Evet, evet, hissediyor musunuz? İçime alıyorum...veriyorum, alıyorum, veriyorum" (!) Neyi alıp veriyoruz sanki hocam, her salise yaptığımız şeyi amma alladın pulladın diyeceğim, diyemiyorum ya la.
Minder hareketlerine geçiliyor, Maksat ilk önce karın kaslarını sıkılaştırmak. Bu benim için bile ulvi bir görev. Belli başlı hareketlerden sonra, hoca köprü hareketini yapmamızı istiyor ve pelvisimizi sıkıp bırakmamızı söylüyor. Ben o güne kadar o kelimenin anlamını bilmiyorum! Ancak o durumda anlamak zorundayım, zira bütün kadınlar çoktan gözlerini kapatıp, dudaklarını ısırıp yalamak suretiyle kalçalarını sıkıp bırakıyorlar ve aldıkları zevk mi acı mı nedir belli olmayan şey, çıkardıkları "Ah, oh, uh" ve bilimum seslerden anlaşılıyor! "Evet James devam et, ah işte böyle" tadında. Öhöm. Hoca bu sefer bir soru yöneltiyor: "Hissediyor musunuz, karın kaslarınızın yandığını eridiğini... Kalçalarınızın harekete geçtiğini..." Ancak hocanın ses tonu şiir okuyan Sezen Aksu gibi, aşırı derecede şuh ve serin!
1 saatlik pilatesin sonunda, gevşeme hareketlerini yapıyoruz. Salondan, ben de dahil, çıkan ses "Oh..." dan ibaret. Şahsım adına, bir saat boyunca "püf..püf" diye nefes vermekten yorgun düşmüşüm ondan diyorum! Ama diğerleri, sanırım o sırada zevkin doruklarındalar! Dersi bitiriyoruz, kendimizi alkışlıyoruz, ve kadınlar hep bir ağızdan: "Çok teşekkürler hocam çok keyifliydi, inanılmaz zevk aldık." diyorlar. Bu 6 aydır hemen hemen aynı şekilde gelişiyor. Pilates, kadınları çıldırtıyor! 



7 Eylül 2012 Cuma

Birileri gider ve sen hiçbir şey yapamazsın...

Üç beş godamanın üstünde anlaştığı üç beş kural, fikir, bilinçüstü aktiviteler. Üç beş godamanın bayrakvatanmilletsağduyu diye diye ağızlarını yamultup susmak nedir bilmeden konuşup durduğu zırvalar. Hiçbiri geri getirmez kaybedilen binlerce canı; arkadaşını, oğlunu, ağabeyini, tanışını. Kala kala gene o orospu çocukları ve onların koyduğu kurallar kalır. Onlar tarafından sikip öldürülüp atılan bir kadın bedenine benzer yaşadığın yer. Hiçbir şeyin anlamı telafisi kalmaz. Sonra birileri buna kalkıp "normal" gözüyle bakar kılları bile kıpırdamaz. Balıklar unutur, koyunlar sürüyü takip eder; sen olduğun yerde kalakalırsın. Daha fazla can yanmasın dersin, kahrolsun bu düzen dersin, hain ilan edilirsin. Duymazdan gelemezsin çünkü o üç beş godaman hariç herkesin ciğerini yakan şey artık senin de yüreğini dağlamıştır. Ardından küçük bir teselli gelir, o masum insan bu bokluğu daha fazla görmeyecek, bu sikip atılmış yere daha fazla katlanmayacak. Ve bu yazı acımızın onda birini bile yansıtamayacak.

2 Eylül 2012 Pazar

Bugünlerde...

Biraz deniz, kum, güneş, çirkin ayak, her daim arkadaşlık ve aşk, bolca kardeş mıncırma, öğrencilerle kanka boyutuna geçme, bir tane de olsa Türk dizisi izleme modundayım.
Hem de son iki gündür ilk defa iştahsızlık çekiyorum, bunu buraya yazıyorum sevgili günlük, çünkü bu bir ilk! Akşamdan kalma olduğum zamanlarda bile iştahım durmaz, ama izlediğim bir film hem de bir animasyon filmi beni bu duruma getirdi. Cloudy with a Chance of Meatballs/Köfte Yağmuru isimli film. Aslında gayet şirin ve basit konulu bir film olmasına rağmen o havada uçuşan spagettiler, köfteler, dondurmalar bile bir süre sonra mide bulandırıyor. Hani kurabiye gibi kız, hatta un kurabiyesi gibi kız olmama rağmen (bkz: Kurabiyegibikız Olmak) anlık pardon 2 günlük bir iştahsızlık sezdim! Dünyanın sonu yakındır! Bekleyelim 20 Aralık'ı bakalım.
Kurabiye tepsiye yapışır gibi yatağa yapıştı.

Umuda Haiku

1
Umut ekmektir
Fakirin beklediği
Gelmez hiç sonu

2
İsyansa umut
cesurken gösterdiğin
Onu zorla tut

3
Delinin dili
Balı damlıyor sanki
Umutlu sesi

4
Kuş kanadına
Bakan çocuk yutkunur
Adı umuttur

14 Ağustos 2012 Salı

Gitmek ya da gitmemek...

Bu klişe başlığın ardından klişe birkaç söz, araya bolca TOEFL-IELTS* karışmışken...

Aklında tonlarca söz ve bir şemsiye rengi gökyüzü mavimaviliğin içinde onlarca serseriliği,serseri düşüncelerden uyanma vaktinde kabullendikabullenmenin dayanılmaz hafifliğiniHafifti sırtındaki yük ruhundaki ağırlığa kıyaslakıyaslanamazdı bütün bunlar sonsuz umutlaumut, ki yoksunsan çıkmaz yolun mutluluğamutluluk dinlemez asla üç gereksiz paçavra

*O zaman, bolca sembol, bolca atıf.

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Sevdiğim Vokaller ve Biraz Nostalji

Sevdiğim Vokaller
Büyük oranda zenci içerir. Tesadüf mü, yoksa güçlü ses mi seviyorum sen karar ver günlükcüm. Ben de bu beğenimin dün güneşlenirken yabancı müzik yayını yapan radyo kanalları arasında gidip gelirken fark ettim. Her zenci vokalli parçada durdum bildiğin. Ki bunların hepsi güçlü sese de sahip değil. Mesela listede en süt dökmüş kedisinden Craig David var. İngiliz asaleti, sadeliği mi diyeceğim de; ondan da pek emin değilim.
Bundan yıllar yıllar önce, ben portakalda vitaminke.... değil elbette o kadar genç olmak da istemezdim, malum dünyanın hali hiiiiç iyi değil. Her neyse, 10 yaşında falandım. Bilgisayarlar o zaman yeni yeni her eve alınmaya başlanıyor. Sınıfta öğretmenlerin nedense "Kimlerin evinde bilgisayar vaaaarrrrr?" diye yaygara yaptığı yıllardan bahsediyorum. Bırak kotayla video izlemeyi, internet falan da hak getire. Banu Alkan!ın siteli reklamının olduğu yıllar sevgili günlük! Noldu, ağzın açık kaldı evet ben o kadar yaşlıyım ve bunu şimdi kanıtlayacağım, azıcık uzun sürecek nihohohy.
İşte böyle teknolojiden yoksun, evdeki en teknolojik aletin kocaman hoparlörü ve kasası olan Sansui kasetçaların olduğu dönemlerde, babam ne yapar ne eder, Ankara'daki o zamanlar büyük bir nimet olan Maltepe Pazarı'ndan binbir türlü yabancı/yerli müzik CD'si bulurdu. Yabancı müzik CD'leri bilimum Televole müziklerinden oluşurdu: 90lar disko pop. Ve ben bu müzikleri sonuna kadar açıp, belimden düşen pijamamı çeke çeke elektrobugi figürleri yapardım salonda.
Derken bir gün babam eve toplama bir bilgisayar getirdi. 10 yaşındaydım dediğim gibi, sabah kalktım ve salona gidip o kocaman ekran altında kasası olan bilgisayarı görünce nutkum tutuldu karnıma kramplar girdi sevinçten! Artık ben de sınıfta "Bilgisayarın var mı?" sorusuna "Evet" deyip şeytanca gülümseyebilecektim içimden. Her ne kadar bilgisayarda yapabileceğim en eğlenceli iş babamın CD'leri eşliğinde Mayın Tarlası oynamak olsa bile...
Bir sabah açtım bilgisayarı, içinde babamın bıraktığı CD'nin ismini hala dün gibi hatılarım: "Ordan burdan yabancı" diye eciş bücüş bir yazı vardı üstünde. Şarkı listesini açtım,bodoslama daldım, ilk rastladığım şarkı "Eye of the Tiger" oldu. Beğendim şarkıyı, listeyi kurcalamaya devam ettim. Birkaç Madonna, Tina Turner, ve The Police şarkısından sonra, ismi yazmayan birkaç şarkıyı merak ettim, tıkladım ilkine. İşte bu şarkıydı:
 Santana ve The Product G&B projesiymiş. Bir şarkı bu kadar mı içten ve hatasız rahatsz etmeden söylenir... Elbette Santana'nın gitarının müthiş melodisi yadsınamaz. 
Ben babamın bu CD'sini keşfettikten bir yıl falan sonra, Toni Braxton bir şarkı çıkardı. Bu da ne biçim cümleyse, her neyse bir şarkı yaptı diyelim. "Spanish Guitar":
Bence bende zenci vokal sevdası değil latin müziği sevdası çıkacak hissediyorum (!). Yoooo, bundan sonraki örnek bunlardan değil:



 Elbette ki bir 90lar efsanesi Lou Bega. Zıpır zıpır şarkılarını dinlerdik bu adamın ilkokul 5. sınıfta saçma sapan bir okul gösterisinde dansını bile yapmıştık hatta "I got a girl" şarkısıyla. Fakat birgün yazın akrabaların evinde geçirmek zorunda olduğum dönemlerden birinde Metro FM'de çıktı yukarıdaki şarkı karşıma.


Sonra o dönemin apaçisi Shaggy girdi elbette ki hayatıma. Wasn't me fena şarkı değildi de sonra önünü alamadık bozdu. Derken, gene radyodaki keşif dinlemelerimin birinde, hala daha şarkı listemin başında duran Gnarls Barkley şarkısını duydum:
Bu yazı çok fazla uzadı. Seviyorum işte zenci vokalleri. Burada aklıma gelenlerin çoğu da güçlü ses. Sonraki yıllarda, lise ve ergenlik zamanlarında özellikle Craig David'i keşfettim. İngilizceye olan merakım ve sonrasında şimdiki mesleğimi seçmemde bu lanet olası herifin katkısı büyük, özellikle de şu şarkısının:

Daha sonra 50Cent vardı ve çok popülerdi ki, bende bu zenci vokal sevdası bir ara verdi sayın günlük. Birdenbire nostalji sevdalısı oldum o gerizekalı rap grubu yüzünden. Hayır, ben gayet Eminem falan dinleyen bir insanken, o "goooşaaaan itşyo börtdey vigona pardilayk itşyo börtdey" olayı beni güncel popüler müzikten de rapten de soğuttu. 90'ların insanı olmamı körükledi resmen. 90lar kalite abidesi ya sanki! Ben de zenci vokallerin en babasına, Michael'ıma ve onun beni hep mutlu eden müziğine döndüm, özellikle de şuna:
Michaelcığımdan sonra aklıma gelmesi iyi olmadı, ama liste salt erkeklerden oluşunca çark etti. En güzel Ford reklam müziğiydi şu kadının şarkısı: Des'ree/Life


Sevgiler!




Huysuz ve Tatlı Kadın

Benimkisi huysuz ve çok ama çok tatlı bir kadın. Bazen nazlı, bazen aşırı derecede itaatkar; kimi zaman oturur kahve içer fal bakar, kimi zaman çağırırsın gelmez, seslenirsin bakmaz aldırmaz, keyfine göre... Keyif demişken, düşkün de elbette keyfine. Bir yerde oturur, beğenirse saatlerce kalkmaz, beğenmezse tutabilene aşkolsun. Beğenmemiş benim kapımın önünü anlaşılan! Alt komşunun balkonunda bütün gün! İşte bu da kanıtı:
Arkada görülen komşunun balkon kapısı. Bu da en sinirli hali hanfendinin. Tırnakları çıkarmış, "Beni neden uyandırdın kurabiyeeee!" bakışını takınmış gene. Kendi istemezse sevdirmez dokundurmaz hatunun. Ama canı bir sevilmek istesin, yapar en güzel hareketlerini, dans bile eder hatta. İşte o anda ben bu güzelliği kaçırmayayım diye, cep telefonunu çıkarıp fotoğraf çekmek hiç aklıma gelmiyor. 
Benim pamuk prensesim, tüylü dostum, kartopum, nazlı hatunum Poppy. Kırsak şu annemin kedilere karşı olan inadını, direk odamda baş köşedesin!

19 Temmuz 2012 Perşembe

Bilmemek Değil...

Bilmemek değil, öğrenmemek ayıptır ya hani, yıllarca söylenen bir cümle sonuçta. Ama yok, bazen tam olarak doğru değil. Bir de işin bilme, bilmezken öğrenme, fakat yine de görmezden gelme durumu var. İşte bu durumdur diye düşünüyorum, hem toplumun hem insanların yozlaşması.
Hep bir ağızdan birşeyler söyler herkes. Herkes kendine göre dürüst, kendine göre sadık, kendine göre çalışkandır örneğin. Bu olumlu sıfatlara birkaçını daha ekleyin... Fakat başına "kendine göre" ibaresini koymadınız mı hapı yuttunuz. Kişinin kendine özgü niteliklerini bilmesi takdir etmesi önemli bir olay elbette. Peki ya madalyonun öbür yüzü? Ne kadar ikiyüzlü olduğu, ne kadar yalancı olduğu, ne kadar saygısız olduğu hiç mi çarpmaz insanın suratına? Çarpar efendim, çarpar. Ama kimileri iyidir işte bu görmezden gelme durumuna. Tecaül-ü arif miydi neydi, (vah beni bugünlere getiren edebiyat hocam Orhan, nerelere geldiğim de ayrı bir girdi konusu ya gerçi)  neyse işte ondan...
Ben, insana dair her türlü bencilliği, her türlü aptallığı yaptım belki ama getirileriyle birlikte. Her hatanın sonunda bir ders çıkarmak zorundayız demiyorum, ancak o ders çıkarıldığında da ömür boyu unutulmaz. Şu zamana kadar yaptığım hataları çok seviyorum: yanlış arkadaş seçimlerim, fazla beklentilerim, aileme karşı bencilliğim, gereksiz yere mutsuzluğum, sızlanmalarım, sevdiklerimi ve beni sevenleri ihmal etmelerim; hepsi beni bu noktaya getirdi. Yani kendime dönüp bir bakmayı ve olabildiğince düzelmeye çalışıp elindekilerle mutlu olmayı, ben olmayı.
Kurabiye gibi kız olurken, bir süre pişmek ve çatlamak gerekti diyebiliriz.

8 Temmuz 2012 Pazar

DON'T STOP ME NOW-Öğretmenlik üzerine birkaç lakırdı.

Tonight I'm gonna have myself real good time....
I feel alive! And the world is turning inside out yeah
I'm floating around in ecstasy so
DON'T STOP ME NOW!

Tam da bunun gibi hissediyorum işte! Freddy Mercury'cim burada neyin etkisiyle bu duruşu sergiledi bilinmez. Bildiğin gibi sevgili günlük bu çizgiresim Freddy'nin gerçek bir pozundan alıntı. Belki de o anda yine şarkıda bahsettiği gibi ecstasy içinde floating durumundaydı. Ama onu böylesine coşturanın hayran kitlesinin büyülenmiş şekilde onu izleyip hep bir ağızdan izlemeleriydi bence kesinlikle. 

Yazıya giriş yaptığım muhteşem sözlerin yer aldığı parça ve video klibi burada. Neden böyle giriş yaptığıma gelince, tam da böyle hissediyorum! Bugün işyerinde başıma gelen bir olaydan dolayı.

Bir kurla yani bir sınıfla son dersimdi bugün. Ekimden beri beraberdik öğrencilerimle ve bir gün bile dersimi eken olmadı. Arada bir gelemeyen oluyordu elbette ama ilk kez bugün, son ders olması sebebiyle de, derse yalnızca 1 kız öğrencimle başladım. Yaklaşık bir buçuk sonra grubun devamı geldi. Sinirliydim, çünkü kendini hazırlıyor insan, yalnızca bir kişi var ve konuyu bitirince ders bitecek fikrine. Sonra pat diye diğer kısım geliyor, ve dersin ilk kısmını önemsemedikleri hep birlikte geç gelmelerinden belli diye düşünüyordum..... ta ki, derste onlara surat yapmaya çalışıp hem de konuyu anlatırken bir anda içlerinden birinin maytap yakıp diğerinin masanın altından pastayı çıkarmasına kadar!

Son dersin hatırına öğrencilerim böyle bir jest düşünmüşler! Görünce o kadar şaşırdım ki bütün kızgınlığımı gerginliğimi unuttum. Yazının girişindeki Freddy Mercury gibi oldum. Hepsini ben de çok özleyeceğim. Ve en sevimlisi, pastanın üzerinde "to the cutest teacher" yazmasıydı. Tabi sosyal medya bağımlısı tipler böyle bir anda fotoğraf çeker veya ileti yazar falan. Ben ne yaptım? Pastayı afiyetle mideme indirdim ve öğrencilerimle gülüp oynayıp onları uğurladıktan sonra geldi aklıma "Aaaa keşke hatıra bir resim çekseydik" diye. Böyle de basiretsiz bir insanım (!). 

Durum daha kolay göz önünde canlandırılsın diye, "Sing with me my children!" diye haykıran Can Bonomo gibiydim. Bakınız şöyle:

Elbette ki öğrencilerimin Bonomocumun arkasındaki sürmeli gözlü dansçılar gibi değiller! O zaman daha net bir resim canlansın. Ölü Ozanlar Derneği'ndeki Edebiyat öğretmeni -Öğretmen Kemal değil yahu- Robin Williams gibiydim:
,
Yok yahu masaya çıkmıyorum derste. Ama ders verdiğim grup saygılı ve objektif olunca buna benzer bir pozisyonda hissediyorum kendimi. Hepsine yukarıdan bakıyorum ama onların görüşlerinden dolayı, aslında hepsiyle birim aynıyım. 

Öğretmenlik, tüm zorluklarına rağmen, güzel şey demek istiyorum eğer illa da bir sonuç çıkarmamız gerekiyorsa.

İnsanları mutlu etmek
Severim kendisini. Ama zordur bunu kabul etmek lazım. Bunu en iyi gerçekleştirebildiğim yerlerden biri verdiğim derslerdir. Sınıfta pür dikkat sana bakan seni gülümseyerek dinleyen 10 kişi görmek ve bu durumu birkaç ergen veya paraverdimamamemnunolmamimkansız tip hariç her sınıfta yaşamak olağanüstü birşey. Hayvan sevgisinden bahsettim zaten daha önce. Veya, 2 haftadır görmediğin kardeşinin bir sabah sürpriz yapıp sabah öperek uyandırması gibi şeyler...
Binbir türlü şekilde gerçekleştirebilirsin mutlu etmek eylemini sevgili günlük. Bir de pek görülmeyen yollardan mutlu edersin insanları. Açık olursun, saklamazsın hatta saklamak aklına gelmez çoğu şeyi. Yaftalanırsın, ve bunun üzerine yapacağın her hareket, her küçük hata veya her incir kabuğunu bile doldurmayacak dert, mutluluk olur bunlara. Hey siz kendini akıllı sanan esas sinsiliği kendi yapıp gizliden blogu okuyan şahsiyetler! Facebook'ta arkadaş listende var olan birinin iletilerini görmek ne kadar sinsilikse, bir bebeğin susayınca ağlaması da o kadar sinsiliktir. Gör ilişkiyi yani zeki insansın. Ama bir uğraşınız yoksa meşgale olur arada okuyun canlarım. Sonra kendi kendinize kişilik yorumu veya psikolojik analiz falan yapın. "Bu kişi kesinlikle çok yannlız. Hem de içi fesat bunun içi" falan deyin. "Sikimsantrik dönem şöyle bir şeydir vah yazık" diye ahkam kesin, kalacak yerin yokken evimi açtığımda da fesattım çünkü ben. Siz bunları yaparken ben de ya işyerimde ders anlatıyor olurum, ya altkomşuda çay içerim, ya bu çok sevmediğim yerdeki güzel insanlarla zaman geçiririm, ya da günlüğe ne yazsam diye düşünürüm. Gerçi bu son kısım için elimde malzeme bol, çünkü yaşadıklarımdan besleniyorum. Örneğin, bazılarının gitmeye can atıp da gidemediği yerlerden; olmayı isteyip olamadığı şeylerden falan... 
Ben şimdi valla çok fesat hissettim bak. Kesin bir psikiyatriste gitmem lazım. Ya da yoldan geçen birine sorayım o anlar anormal olduğumu. Ne de olsa düzgün bir işim, az ama öz arkadaşım, bir evcil hayvanım, değerini geç anladığım bir ailem, önümde aptal bir sınava bağlı olmayan hayallerim falan var. Küçük Oscar'la röportaj yapan Tayfun Talipoğlu'na döndüm yahu! Bunu da yazın bir kenara bak konu olur: Bu kızda kişilik bölünmesi var!




4 Temmuz 2012 Çarşamba


Bazı geceler uykusuzdur...
Ama asla yalnız değil... 
Bir kaç haftadır uykularım paramparça oluyor; günün içinde bir kaç saat boş bulunca uyumak için eve koşan ben, geceleri uykuya bir türlü dalamıyorum. Uyuyabilirsem eğer bana saatler gibi uzun ve boğucu gelen uykudan sonra saate bakıp yalnızca 2 saatin geçmiş olduğunu görüp tekrar sızıyorum. 
Uyku probleminin sebebi stres değil, üzüntü değil, ve bu sefer mutluluk da değil. Şu ankinin 10 katı stresli yaşadığım günleri bilirim. Hepsi nazardan şekerim hepsi (!). Elbette böyle sarıboyalısaçlıokeyoynayananane'ye bağlamayacağım konuyu. Engelleyemediğim tarzda korkularla yaşıyorum bazen. Bunlar bilinçaltıma öyle işlemiş oluyor ki uykumda geliyor hepsi aynı anda. Bir de anne yorumunu alalım buna: "Hepsi sinirsel, herşey sinirsel oluyo stres yapma kızııım". 
Hayır yani geleneksel anneler anneanneler olsa, "bir kurşun döktürelim," veya "bilmem ne hoca bi okusun seni" tarzı yorumlar beklersin ama benimkiler üst düzey Freud okumasına alışkın insanlar, çok entel bir aileyiz biz (!) ekşisözlüğü aratmayız o derece!
Gelgelelim bu uyku sorununu nasıl aştığıma ve dünyanın en salak ama aynı zamanda en akıllı kedisinin gönlümü bir kez daha nasıl tavladığına. Uyuyamadığım ve çarşafları kafama dolayıp huzur bulmaya çalıştığım gecelerden birinde tasmasındaki çanı koparırcasına çalarak penceremin önünde dolaştı benim zilli kedim! Kendisi normalde hem kilodan hem yaşlılıktan çok yavaş yürüdüğü için boynundaki çanın sesini duymak, kızgın kumlardan serin sulara atlarken çıktığı söylenen "cos" sesini duymak gibidir sevgili günlük. 
Olabildiğince nazlı ve tripli olan, çağırdığımda çoğu zaman gelmeyen, gelse de kendini iki kaşıttırıp giden kedi, son 2 haftadır işten geliş saatimde beni kapının önünde bekliyor oluyor! 2 kere miyavlıyor yanına gitmezsem kendisi geliyor, duy da inanma! İnsan yılına vurursak 50 küsür yaşlarında olan yaşlı ve huysuz kedimi acaba geç gelen bir anneanne içgüdüsü mü yönetiyor! 
Onu bunu bilmem ama artık düzeldim gibi, tabi bunda çöreğin desteği de büyük.

25 Haziran 2012 Pazartesi



 
Özlendin Çok!
Uzun ve kocaman bulvarların, geceleri karanlık nedir görülmesi imkansız gökyüzün, birbirinden soğuk ama mağrur insanların, geceleri insanı bir romanın sarı sayfalarında hissettiren nostaljik esintin, gündüzleri durmak bilmeyen temposu ve koşuşturmasını büyük meydanlarda hiç güvercin bulamadığında anlaşılan büyülü bir şehirdin Paris!
Bir çok insanın Paris deyince aklına Eiffel Kulesi gelir. Gustave Eiffel fena tasarlamamış, manzarası da fena değil, ama Paris deyince benim aklıma arnavut kaldırımlı dar sokaklar, haftasonları sabah kurulan semt pazarları, bitmek bilmeyen metro ağları (şimdilik 14 tane), koskoca bir şehir kadar olan banliyöleri, incele incele bitmeyen şehir haritaları, mükemmel tatlıların tablo gibi sergilendiği patisserie'ler, fular-kasket-trençkot üçlüsü, üşümek bilmeyen güzel kadınlar, korkmak nedir bilmeyen zenci kadınlar, üniversitelerine polis girmeyen, girse de ilk önce üniversite girişinden izin alan polisler, bitmek bilmeyen grevler (bazen sinir bozucu hale gelse de), çiş kokan metrolar, şarap-peynir-Luxembourg Bahçesi üçlüsü, Esmeralda, Baudelaire, F. Scott Fitzgerald, Edith Piaf, Pablo Picasso, Dali, Monica, Caio, Daniel, Adriana, Florian, Sean, Agnes gelir. Arkadaşlarım, dostlarım gelir. Bunların en başında, bana aşkı getiren Pont des Arts gelir.
Woody Allen "Midnight In Paris" filminde Paris'e en güzel yağmurlu havanın yakışacağını iddia eder. Tamamen katılmakla birlikte, buna geceyi de eklemek istiyorum. Gökyüzüne başını kaldırdığında yıldızları göremezsin, çünkü şehrin ışıklarının gölgesinde kalır yıldızlar bile... Bu yüzden Işık Şehri derler, karanlık anını şehrin ara sokaklarında gökyüzüne bakmadığın an yakalarsın sadece.
Ben bir şehir kadar büyük banliyölerin birinde, ara sokakta bulunan bir öğrenci yurdunda yaşadım. Hala orası kadar yuvam diyebileceğim bir yer yoktur belki. Korkunun mazi olduğu şehirdir Paris benim için, korku öğelerinin bal gibi farkında olduğum halde. Kötülük Çiçekleri'dir: güzelle çirkin, tarihle yeni, Avrupa'yla oryantalizm, fakirlikle zenginlilk, bir gün karnını doyuracak birşey bulamazken, diğer gün şehrin merkezinde pahalı bir tiyatro oyunu izlemek, okuluna 5 dakika yürüyüp varırken, sevdiğini görmek için banliyöye 2 saat yol gitmek; sevmek, sevilmediğini bilip sevmek, sevilmeye başlamak, daha çok sevmek, hep sevmek ve sonuna kadar sevilmektir. Aşkı keşfettiğim yerdir. 
Not: Ben daha Paris'i sayıklamaya çok devam ederim sevgili günlük. Kurabiye kurabiye olalı, Paris gibi tepsi görmedi!

20 Haziran 2012 Çarşamba

Bi' Kahve?
Kahve bağımlısı olmadan önce hayat...
"Huzurlu" diye adlandırabileceğim ama aslen "otumsu" hayat... Yenilgisiz, ya da yenilgileri fark etmediğim, büyük kazanımları olmayan, hayal kırıklığı üçbeş küçük ayrıntıdan oluşan, gelişmelerin farkında olamadığım uzun ama göz açıp kapayıncaya kadar geçen hayat. 
Herşey bir fincanla başladı...
Ailemden ilk kez ayrı kalacağım 6 aylık yurtdışında bulunduğum süreçte, Türkiye'den bir hatıra olsun diye yanımda 2 tane küçük kahve fincanı ve bir cezveyle birlikte bir paket Türk kahvesi götürdüm. Orada Türk arkadaşımla her türlü bahaneyi kullandık kendimizi mutfağa atıp bi' kahve içmek için. "Kafam acayip bozuldu ben bu Fransızcayı öğrenemicem yeaaaa!", "Tamam o zaman üzülme gel bi kahve yapalım..."'dan tut, "Bugün bana her söyleneni anladım, bir kaç arkadaş bile edindim vay bee.", "Hadi bi kahve içelim, hem hazır tiramisu da var dolapta" ya kadar bilimum sebep yarattık kendimize. Yeri geldi, "Sabahlamam lazım bugün bir haftadır bakmıyorum şu kağıtlara", yeri geldi "Özledim demek istemiyorum ama özledim galiba" lara kadar ulaştı. 
Türk kahvesinin ünü Brezilya'nınkini geçti!
Derken bir gün, 3 Brezilyalı arkadaş bizi fal bakarken yakaladı günlük! Tam almışım elime fincanı geçiyorum dalgamı 4 yolun var 4'ü de b.ka çıkıyor diye; çocuk "Oğ mon diyööö lö kafeeee!" diye fırlamaz mı mutfağa... Hemen pişirdik birer tane de onlara. Üstüne fal bile baktık bilmediğimiz halde. O gün bugündür Türk kahvesi gözümde sosyalleşme, geniş ufuklara açılma simgesi haline bile gelmiştir.
Bununla bitmedi kahvenin benim için anlamı. Her durumun kılıfıdır "Hayat devam ediyor" cümlesi ya, benim için hayat 2 yıldır devam ediyor aslında. Beni ben yapan en büyük yaşantılar bu iki yılda; ve kahve bağımlılığım da bu 2 yılın sonlarında tavan yaptı. Hatıra olsun diye yanıma aldığım 1 cezve, 2 fincan ve 1 paket bir daha benden hiç ayrı kalmadı. Kahvenin olayı hatırayı geçti, 40 yılın hatırını da geçti; yeri en büyük içecek oldu hayatımda, gerçi güzelliğimi suya borçluyum şekerim günlük (!).
Uykusuzum, bi' kahve.
Yorgunum, iyi gelir bi' kahve.
Heyecanlıyım, yatıştırır.
Yalnızım, en sıcak ve tatlı arkadaşla yarışır.
Yoğunum, dinlendirir.
Çok mutluyum! Bi' sigarayla iyi gider.
Tam bu yazıyı ararken, 9 yaşımdan beri ciğerimi bilen arkadaşımın arayıp, "Seninle kahve içmeyi özledim" demesi...



16 Haziran 2012 Cumartesi

Bir Kitap Düşünün, Size Unutmak Üzere Olduğunuz Benliğinizi Hatırlatan; ve Demagoji Yapmadan...
Belli kesimleri yerin dibine sokarken, objektiften uzak durup kendi ülkesinin insanını bir çok suçla itham ederken güzel roman yazdığını sanan romancılardan olmayan bir yazar olduğunu bu kadar açık görmemiştim Livaneli'nin; veya o kadar iyi sezemiyordum yazarların rengini.
Bitirdiğim bölümün de katkısıyla, karşılaştırmayı ister istemez yapıyorum kitap okurken. "Serenad"a başladığımda, günümüzde moda haline gelen sözde "Ermeni Soykırımı" ve Osmanlı sonrası Türkiye'dekilerin "Türkiyeli" terimiyle adlandırılıp bu soykırımla ilişkisini, okurken sanki kafanın içini açıp zorla yerleştiriyormuşçasına inanması zor kurguları içiçe geçiren bir roman olduğu önyargısına kapıldım romanın... Ama Livaneli'nin başarmaya çalıştığı şey, önyargılarla savaşmak zaten romanda.
Burayı bir kitap tavsiyesi yazısı haline getirmek istemiyorum sevgili günlük. Asıl değinmek istediğim, kitap sıradan bir kadının sıradan hayatını bir anda değiştirecek şekilde ufkunu genişletmeye karar vermesini ve bu gücü ölmek üzere olan Alman bir profesörden almasını anlatıyor. Böyle söyleyince karışık geliyor belki,  ama kitap bittiğinde insanın özüne dönesi geliyor, ertelediği şeyleri, vazgeçtiği orjinalliği ve tüm ideallerini gerçekleştirmek için harekete geçmesi gerektiğini hissediyor. Kitabın ana karakteri Maya, kendi keşfine okuyucuyu da davet ediyor, hem de çok sürükleyici bir halde.
Romanı okumayı 4 günde bitirdim, çalışmıyor olsam bir solukta okurdum. Sevginin bin bir türlü halini klişeleşmiş romantizm öğelerini kullanmadan anlatıyor. Peki neler görebiliriz bu romanda?
Dokunmanın sevmek olduğunu, ama sevişmenin her zaman seks olmadığını;
Dünyanın bir ucundaki insanın hayarınıza dahil olmasının güneş altında dondurmanın erimesi kadar doğal olduğunu,
Herkes ve herşey size düşmanken, en beklemediğiniz insanın size destek olabileceğini,
İktidarın en yufka yürekli insanı bile güç ihtirasına bürüyebileceğini,
Keşfetmenin, aşkın, yeni başlangıçlar yapmanın yaş ve yer tanımadığını
ve en önemlisi,
Kadın olmanın sadece anne olmak anlamında gelmediğini, kadının bir birey olarak varlığını eğer isterse her yaşta ve her yerde kanıtlayabileceğini... 

12 Haziran 2012 Salı

"Ege'nin İncisi" Büyük köy İzmir
ve tüm groteskliği
Sabahları sokakları sıcaktan ve ihmalden çöp kokan, Pazar sabahları kusmuk kokusundan yürüyemediğiniz, o herkesin övdüğü kordonunda bira ve kahve içmek dışında hiçbir şey yapamayacağınız, her köşesinde ya falcı çingene ya da otçu hergele görebileceğiniz, kadın haklarını mini etek giymekten ibaret sanan, kordon boyundaki yüksek ve yeni restore edilmiş binalarının ardında uzayıp giden bir gecekondu ve genelev yığınına sahip olan, gençleri sadece alkol almak ve gece kulüplerinde kopmayı düşünen, bir sonraki semtine en az 50 dakikada o da şanslıysanız varabileceğiniz, Ege'de yer almasına rağmen küçük bir alanda bile yeşillik görmek için büyüteçle gezilen, 10 yıldır içinde sıçanların gezdiği kendi kaderine terk edilmiş binaya sadece bir kaç tablo ve ekran döşeyerek Avrupa'nın en özel sergilerinden, birini konuk ettiğini öne süren; "demokratiklaikmedenimoderncumhuriyetçi" bir şehrimizdir İzmir. Grotesk bir romanın geçtiği bir sahil kasabasıdır.

3 Haziran 2012 Pazar

Çömleği Kırmak- 2. Kısım
Hiç şaşmayan bir yöntem: Başkası olma, kendin ol!..
...Kendiliğinden kıçının üstünde yuvarlanırsın zaten. Bu ne demek peki? Tarkan abimizin yıllar öncesinde söylediği gibi "Başkası olma kendin ol" cümlesinin gaza getirmesi değildir sadece. Bu, kendini yetişkin olarak gören, yetişkin bir birey gibi kendi kararlarını alabilen, yorumlarını yapabilen birisinin hiçbir çaba harcamadan gayet net bir şekilde hayal kırıklığına uğraması durumudur.
Egosantrik dönemden önce...
Egonun tavan yaptığı ergenlik döneminden önce, ister kız ister erkek, etrafındakilerle aynı olduğunda tarif edilemez bir sevinç duyar insan ya hani. Örneğin, küçük bir kız arkadaşıyla aynı renk kazak giydiyse mutlu olur; veya bir erkek çocuğu arkadaşında olan bir oyuncağa sahip olunca sevinçten yerinde duramaz. Böyle örneklerin egosantrik dönemin ve düşüncelerdeki bireysel gelişimin de etkisiyle değişmesi lazım doğal olarak. Ama yok sayın günlük! Bu hala toplumsal bilinçaltının acı bir gerçeğidir (yaş ve yer fark etmeden), hala benzerlik çok mutlu eder kimilerini. 
Herhangi birşeyi ilk gerçekleştiren olmaktan korkulur mesela, geç kaldığın kalabalık bir derse kapıyı tıklayıp girmeden önceki tereddüt ettiğin 1 saniye gibi. Daha önce kimsenin denemediği bir yemeği yapmak gibi... Hiç kimse takdir etmez, ayıplanırım korkusu... Ki zaten haksız bir korku mudur bazen, diye düşünmek de gerekli. En basitinden, çoğunluğun tercih etmeyeceği türden bir sanat icra eden müzik grubu var diyelim. İlk zamanlar orjinalliğiyle birşeyler yapmaya çalışır, ve malesef hele de ekmeğini bu işten yiyorsa nabza göre şerbet vermek zorundadır ve müziğini "normal"leştirmeye çalışır. Bunun en güzel örneğini Zakkum (tıkla) müzik grubu için verebiliriz. 
Normalleşme tehlikesi
Ah nerede o androjen tarzda tınılarla döşeli, Placebomsu vokaller! "Ah Çikolata" şarkısındaki bariz kulağa gelen bas ve elektrik gitar sesleri... İlk dinleyişte çoğu zaman antipatik gelen, ama kesinlikle akılda kalıcı ve çarpıcı bir vokal... Hele ilk albümdeki "Ahtapotlar" düzenlemesi! "Kırrrravatımı!" diye bağırması, vurmalu çalgıları gayet net kullanmaları, klipte bir hatun kişi olması, grup üyelerinin saç ve makyajının orjinal görünmesi... Bir de 2011'de bu güzelim şarkıya yaptıkları "akustik" kılıfı altında normalleştirilen düzenlemeye bakıyorum... (Dinlemek için buradan "Ahtapotlar-akustik") Klipte solistin yüzüne yakın plan giriliyor, eskiden makyaj yapan adamda bir kaç rötuş hariç birşey yok. 
Verdiğim örnekte derdim elbette ki şarkıya başka versiyon uygulanması değil. Ancak bu "normalleşme" furyası bir kaç yılda bir kendini tekrar ediyor ve bu sinirimi bozuyor. Her 2 yılda bir, bir popüler müzik şarkıcısı tarafından 80ler pop albümü yapılıyor. Ama hiç kimse 90lar pop albümü yapmaya, o dönemdeki şarkıları tekrar yorumlamaya cesaret edemiyor, çünkü 90larda çok değişik tarzda şarkılar denenirken, 80lerde aynı ritmi takip eden romantik sözlü aşk şarkıları dönemiydi. 2000lerin şu zamanlarına baktığımızdaysa, bir "arabeskleşme" modası hüküm sürüyor. Türkü söyleyen Şevval Sam, arabesk albüm yapıp gözümde düşüyor, Işın Karaca, o güzelim sesini çatlata çatlata arabesk şarkıların canını acıtıyor, Zakkum, anason kokulu, aynaların bizi yaşlandırması temalı, "dostlar!" nidalı arabesk bir meyhane şarkısıyla ikinci albümünün çıkışını yapıyor. Aslında eminim ki bu isimler durduk yere hadi biz de normak olalım artık demediler. Para kazanmak isteyen "yapımcı" adı verilen takım elbiseli iri yapılı beyefendiler, öyle buyurdu. Dolayısıyla, zamanında Ankara'nın barlarında birbirinden ünlü veya ünsüz Indie tarzı rock grupların şarkılarını yeniden yorumlayan 12 yaşındaki Zakkum, meyhane masasında su bardağı kaldırıyor!  
Sadede gelmeyi unuttum! Orjinallik ayaklara itinayla kara su getirir.
Yazıyı yazmaya başladığımda aklımda çok daha farklı bir örnek vardı. Ülkenin en güzel sahil kenti olarak bilinen İzmir'de kısmen orjinal bir genç çiftimiz, bir yaz akşamı tiyatro, sinema veya konser gibi bir etkinliğe katılmak isterler ve çok da geç olmayan bir saatte İstanbul'da Taksim neyse İzmir'de de öyle olan bir yerde yani Konak- Alsancak arasında yapacak birşeyler ararlar. Akşamüstü saat 6'da başlayan bu arayış, saat 9'da hüsranla ve çoğu gençmodernincecikkemikgözlüklüsolcuİzmirlimarlborolevisconverse tipinin yaptığı gibi o mükemmel anlata anlata övülemeyen (!) Kordon denen yerde bira içmeye karfar vermekle sonuçlanır. Kısacası, başkası olmayıp kendin olmak çoğu zaman ayak ağrıtır!

29 Mayıs 2012 Salı

Ben Yağmuru Sevmezdim...
Bir Zamanlar.
"Asla asla deme" sözünü kendime hayat yolu olarak seçeli çok oldu. Çünkü bir şekilde herkesin asla dediği şeyi gün gelip yapacağına inanıyorum, kendi yaşadığım şeyler de bu görüşe sahip olmamda büyük etken elbette. Ama daha çok yeni fark ettiğim birşey, "yağmurdanölümünenefretetme" fikrimin değiştiğiydi.
Eyvah, Islanıyorum!
Dışarda yürürken, burnuma düşen ilk yağmur damlası yeterdi beni kapalı alan aramaya çabalamak için. Veya hafif çiseleyen bir yağmur, bütün haftasonu planlarımı ertelememe sebep olabilirdi. Şemsiyesiz, kapüşonsuz çıkamayan bir insandım yağmur gördüğümde. Vebalı gibi davranırdım, ama alınmasın bana artık tamamen değiştim, bu illetten kurtuldum!
Hiçbir şey eskisi gibi değil.
Son zamanlarda hayatımdaki her güzel şeyin nedeni gibi, yağmurdan nefret etmekten vazgeçmemin hatta sevmeye başlamamın da sebebi üç harfli bir kelime; hani şu her şarkıda bahsedilen sözcük. Pamuk gibi sevecen tatlı bir insan oluyorum artık yağmurun kokusunu duyduğumda bile. Aslında diğer bir sebebi de, yağmurun filmlerden ve romanlardan farklı olarak, bana çoğunlukla mutluluk ve coşku verdiğinin ayırdına varmam.
Durma Yağmur!
Kalbimdeki er kişi ne zaman bana gelse veya ben ona gitsem yağmurlu olur hava. Ne zaman gelecek için çok önemli bir karar alsak ya yağmur başlar ya da yağmurdan sonraki koku gelir burnumuza buram buram toprak... Ömrümdeki en güzel 2 günlük tatile başlarken geçen yıl Büyükada'da, yine yağmur karşılamıştı İstanbul'da bizi. Hele vapurda püfür püfür huzurlu kollarda uyurken, yüzüne damlayan serin yağmur damlacıklarıni anlatmaya yetecek kelime yok sözlüklerde!

Kendime hayat felsefesi belirlediğim söz her daim devam ediyor beni kendine inandırmaya. Zevklerimiz, acılarımız, mutsuzluklarımız, mutsuzluklarımız hep değişiyor hayatta. Önemli olan bu değişimlere uyum sağlayabilmek. Yeni bir şehirde, yepyeni bir iklimde, yepyeni bir işte çalışmak mesela! Yeni insanları görmek her gün, yeni birşeyler keşfetmek. Çok şükür başardığım...

Not: Yazın geldiği nasıl belli, ardarda sularla ilgili girdiler...burada mesela.

27 Mayıs 2012 Pazar

Gece Gece Takılanlar- Kısım 1
Kediler Gerçekten Nankör mü?
Her sabah apartmanın kapısından çıkarken karşılıyor beni. Önce biraz korkuyor, kapının sesinden olsa gerek sabahın sessizliğinde. Sonra yavaşça yaklaşıyor meraklı bakışlarıyla. Her gün sanki yeniden görüyor beni sıpa. Bembeyaz upuzun tüyleriyle pembe tasmasıyla güzel kızım o benim!
İsmiyle onu çağırmadıkça asla kendini sevdirmez, nazlıdır prenses. Gece vakti sevmeye kalktığımda yine pas vermez. Ama kendi sevilmek istesin, kuyruğunu sallar, miyavlar defalarca beni çağırır. Mutlu olduğundaki salınarak yürüyüşü top modellere taş çıkarır fıstığımın.
Ben sevmezdim kedileri eskiden. Hayvanlar birinci korku ve huylanma sebebimdi. Hala fobim olan bir kaç hayvan var, ama çöreğimin "İnsanlar hayvanlardan daha tehlikeli" lafını duyduğum andan beri atıyorum yavaş yavaş korkularımı. Mesela benim güzel prensesim yanımdaki en iyi arkadaşım. 
Gelelim başlıktaki mevzuya. Kediler nankör mü gerçekten? Bir gün derste 15 yaşındaki bir kedisever öğrencim şu cümleyi kurdu: "Köpekler insanlara çok sadıktır, çünkü yaratandan ötürü yaratılana şükrederler; kedilerse her daim mesafeli ve nankör diye bilinir, yaratılandan ötürü yaratana şükrettikleri için." Ne kadar doğru bilmiyorum elbette, ama benim tüy yumağım nankör falan değil, sadece fazlasıyla nazlı! 
Bembeyaz kabarık kurabiyem, kedime.

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Cesur Ruhum
Parlak bir su damlasından ibaret olmadığını biliyorduk dünyanın
Suların boyumuzu kilometrelerce aşarcasına derin
ve pis
olduğunu dibinin, üstü masmavi görünse de.
Yine de yüzmeyi seçtik elimizden geldiğince
garantici olmanın sonu nerdedir veya var mıdır ufku?
dayanılmaz mıdır istemediğin yosunları hissetmek ayaklarında?
Asla değil.
Gitmek gerekir en derine, yaşamak ufuklarda
bitmek bilmeyen çocuksu bir heyecanla.
olmadığın kimse değilsin, eminsin olmayacağından da
bir gün vahşi yosunlar değdiğinde ayaklarına
yüzmelisin 
cesaretinle her gün adım adım
hiçbir şey kaybetmeden 


Haftalar öncesinde yazıp bitiremediğim bir şiir. Kurabiye suda erir ki ama!

25 Mayıs 2012 Cuma

Mutluluktan Uyuyamamak
Çok diyar gezdim sayılmaz, ama bir çok hissi bana yaşatan ayrı ayrı şehirler gördüm. Romantizmi ve tarihin gizemini yaşadığım soğuk siluetli bir şehir de beni kendine çekmişti, bir çok insanın önyargılarla hakkında atıp tuttuğu ne kadar yabancı görünürse o kadar samimi olan da. İlk sırada saydığım romantizmi, tarihin gizemini ve güzel yemekleri bu sefer sıcak siluetli bir şehirde de yaşadığım oldu; veya tarihle çok fazla alakası olmayan büyük zengin yatlarından kayıkçılara kadar iyot kokan ve farklı diller konuşan şehirde de. Yasakların olmadığı soğuk bir kent de. Herkesin sevdiği ama içinde benim nefes alamadığım büyük şehir görünümlü kocaman bir kasaba da. İşte bunların hepsinde ben başlıkta bahsettiğim "mutluluktan uyuyamamak" durumunu en az bir kere yaşadım.
Bugünlerde bahsettiğim durumu yine deneyimliyorum. Dün gece ancak 5 saat uyumuşumdur o da sürekli aralarda uyanarak. Bu gece de uykusuzum, çünkü içim içime sığmıyor, pofpof bulutların üstünde pofpof kabarmış kurabiyeleri yiyor gibiyim (bakınız midesinedüşküngünlükyazarı). Neden girişte o kadar yerde bulunduğumdan bahsettim? Çok gezen mi bilir çok okuyan mı, diye bir soru vardır ve doğru cevabı "çok gezen"dir bilindiği üzere. Fakat ben buna katılmıyorum. Bir insana çok şeyi öğretip ve öğrendikleriyle mutlu olma mutluluktan uyuyamama lüksünü veren şey, sevdiceği için yaptığı fedakarlıklar ve bu fedakarlıklar sonucu kendini gelişmiş, düşünce ve kafa yapısı olarak eskisinden binlerce adım daha ileride bulmuş olmasıdır. 
Çok konuşmuş gibi hissediyorum bu gece.
Zevzek kurabiye. 

22 Mayıs 2012 Salı

Aşk, Sadakat, Bağlanma Üçlüsü
İlişkiler konusunda uzman falan değilim. Hayatımda ilk ve son defa bir kere aşkı yakaladığıma inanıyorum ve bu yüzden çok şanslıyım. Sevgilim var diye değil, olduğunu iddia ettikleri kişi olmayıp, hayatlarındaki sevgi dediklerinin tutarsız ve gelip geçiciliklerini görmeyip hem kendini hem de bir dönem "aşkım" diye andıkları kişileri aldatanlardan değilim.
"İlkler her zaman özeldir."
Yazının amacı kendi sadakatimi övmek değil aslında. Sadece geçtiğimiz günlerde eski bir arkadaşımın sosyal medyadaki fotoğraflarını ve yazdıklarını görünce bu konuya değinmek geldi aklıma. Bir kız düşünün, dışardan bakıldığında çok hanım hanımcık ve aynı zamanda kendi ayakları üzerinde duran, "çağdaş" birisi. Lise hayatından beri birlikte olduğu bir sevgilisi var ve üniversitede farklı şehirlerde oldukları için bir şekilde araları bozuluyor ve bu yetmezmiş gibi küfürleşmeler beddualarla ayrılıyorlar. Aradan bir kaç gün geçtikten sonra bu hanım kızımız, "can sıkıntısı"nı bahane edip "çivi çiviyi söker" mantığında kısa kısa ilişkiler yaşıyor. Bu arada eski sevgilisine olan küfürler beddualar hala hırla gidiyor. 
"Çivi çiviyi söker, sökmese de gevşer!"
Her neyse, söz konusu hanım kızımız, bir çok kısa ve kendisine göre "tutkulu" (yani ayrılıp barışmalı (!)) kısa ilişkileri arkasında bırakıp daha ciddi bir ilişkiye başlıyor. "Asla yapmam" dediği şeyleri onunla yaşıyor, asla kınamadığım birşeyi yapıp aynı evde yaşıyor. Araya parantez girip söylemek zorundayım ki, sevgiliyle birlikte yaşamaya karşı olan birisi değilim. Karşı olduğum şey çok sadık ve dürüst olduğunu iddia edip sonra gömlek değiştirme moduna geçmek. Devam edelim... Bu kızımız üniversiteden mezun olduğu ve farklı şehirlere dönmek istemediği için sevgilisinin şehrinde ailesini binbir zorlukla "bazı sınavlara çalışacağına" ikna ederek, sevgilisiyle aynı şehirde kalmaya devam ediyor. Fakat erkek arkadaşının da üniversitesi bitiyor ve çocuk bu "fedakar"lığı devam ettirmeyip memleketine dönüyor. Sonra ne mi oluyor? Kızımız lise aşkının "uzun süreli ısrarı" na dayanamayıp, onu affediyor ve zaten aslında onu hiç unutamadığını söylüyor. Ha bu arada, zaten arada beraber olduğu herkes için söylediği şey aynı! Ve zaten, ondan sonra yaşadığı ilişkilerin arasında lise aşkına hep dönmüş! Şaşırtıcı değil, ne dersin günlük?
"Yanımdaysan severim, değilsen eskisine dönerim.!
Ben ahlak bekçisi mantığında bir insan değilim. Bir kızın bir çok ilişkisinin olmasını asla kınamıyorum. Fakat, "yanımdaysa severim, göremiyorsam at çöpe" mantığı bana hiç doğru gelmiyor. Çünkü böyle bir mantık yok! Aşkta hesap kitap olmaz. Seviyorsan birini, araya mesafeler girer, anlaşamazsın, kavga edersin belki ama konuşur çözersin. Çözmeye çalışmayıp en yakın fırsatta başka kollarda arıyorsan çareyi ahh yandı gülüm keten helva! 
Elbette ki favorim helva değil, kurabiye!

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Birçok şeyin eksik olduğu güzel bir gece...
Eksikliklerle idare etmeye, mutlu olmaya çalışıyorum. Sevmediğim yerde, sevdiğim birçok insanı görmeden günü kurtarmaya bakıyorum. Bu ve buna benzer günlerde işte, bir insanla küçücük bir dostluk kurma çabası bile beni mutlu ediyor. Bir çaba değil bu aslında, yeni yeni alıştığım ortamda bana uzaylıymışım gibi davranmadan arkadaş olan canayakın bir kız. Her neyse... Konu benim dostum olmaya aday iş arkadaşımdan ziyade, bugünü nasıl kotardığım.
Çok sevdiğim Mor ve Ötesi'nin konseri vardı Gündoğdu'da. Ücretsiz konser olduğu için çok fazla sapıtan olacağından tedirgindik ama çok geç vakite kalamadığımız için öyle olduysa bile görmedik. Konser öncesinde aylar sonra ilk kez bir arkadaşımla karşılıklı oturup muhabbet ederek birşeyler içtim. Kendimi gerçekten uzaylı gibi hissediyorum böyle anlatınca. O kadar anormal şeyler gibi ki bir arkadaşla gayet olası şeyleri yapmak benim için...
Bana herşey yabancı şu an hayatımda, yaptığım iş, emeğim, çevrem, mahallem... Hatta kendim bile. Ama böyle derin konulara girmeye bile takatim yok şu an. 12 saat ders anlatmak kolay değil. Onun yerine, bugünün ve belki de hayatımın büyük kısmının bingo şarkısının sözlerini hatırlamak istiyorum kapanış olarak. Buradan da dinlerim arada günlükcüm iyi olur...
Yine ben miyim düşen
Hiç zamanım da yok ki
Yine ben kopup gelen
Bimediğim şey yok ki
Yine de geldim dünyaya
Hiç zamanım da yok ki
yine de geldim dünyaya
Hiç yok
İçim yanar içim bilmez
İçim var içim düşünmez
İçim aşk içim değişmez
İçim saf içim kirlenmez
Yine ben miyim düşen
Görmediğim şey yok ki
Yine ben kopup gelen
Bu dersin sonu yok ki
Yine de geldim dünyaya

Kurabiye sadece yorgun...

17 Mayıs 2012 Perşembe

Kibarlık Budalası Olmak
Etrafımdakilere nasıl biri olduğum sorulduğunda ilk alınan yanıtlardan biri "kibar", veya türevlerinden "nazik" olmuştur. Bunların diğer çeşitleri de var elbette "ağır" veya "çok hanım" gibi. Bir çok kişinin bu sıfatları bana iyi anlamda yakıştırdığından eminim, ki zaten kibarlığın gerekli ve önemli birşey olduğunu düşünüyorum. Fakar kabul etmeliyim ki kibarlıkla pısırıklık arasında çok ince bir çizgi var, ve küçüklüğünden beri bilinçaltına ne kadar "hanım efendi" olduğu kodlanan birinin bu ince çizgiyi geçmesi ne yazık ki bazen çok kolay oluyor.
X kişisi: "Bilgisayarınızı kullanmam gerek."
Kurabiye: "Hı? Ha tabi buyrun..."
İçses: "Manyak mısın la sen kurabiye? Seni şimdi alsam üstüne bassam parçalasam hak ettin yani. Elin adamının ne işi var senin bilgisayarında, ne yapacağını sorup versen neyse..."
Durum aynen bu şekilde gerçekleşti henüz dakikalar önce. İşyerinde adamın biri ofise bir hışımla girip bilgisayarı kullanmak istiyor, zınk diye olur deyim çekiliyorum kenara. Hayır, insanın hiç mi aklına gelmez reddetmek, kişisel bir bilgisayar bu sonuçta! Benim gibi birinin aklına gelmez. Ölümüne fedakarlık diye kodlanmış bir kere! Kibar olacaksın, üzmeyeceksin insanları. Kavgadan tartışmadan uzak duracaksın, sen sağ ben selamet diyeceksin, sana dokunmayan yılanı yaşatacaksın, tamam da; kendinden de taviz vermeyeceksin. Birşeyin sana yapılmasını istemiyorsan hayır demeyi bileceksin, tarzında uyarıların da halihazırda bulunuyor olması lazım bu bedava olan beyinde! 
Ne kadar kolay kendine nasihat etmek. Ancak herkesin de bildiği gibi, bir musibet bin nasihatten iyidir! Çok şükür bu olay musibet kısmına geçmeden son buldu. Ama dünyadaki bütün fındıklı kurabiyeler üstüne yeminim olsun ki, bir daha da tanımadığım kimseye bilgisayarımı kullandırtmam (biraz geç mi oldu ne?).

Tam kabarmak üzereyken fıssss diye sönüp tepsiye yapışmış Kurabiye.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Midesizlik mi, midesine düşkünlük mü?
Bazen hatta çoğu zaman, kendimi yorgunluktan sızmış halde bulsam da, sevdiceğimin yanında onu benden katbekat az sevenler kadar olamasam da ve bir önceki girdideki gibi kendimi değersiz hissetsem de; kişinin hayatta taşıdığı en değerli pırlanta olan (hayırrr kızlık zarı değilllll (!)) gurur denen şeye sahip olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. 
Ne demek istediğime geçmeden önce şu başlığa bir göz atalım. Haber doğru mu yanlış mı bilemem, zaten söz konusu kişiler bir Galatasaray taraftarı olmam dışında beni ilgilendiren insanlar değiller. Ancak, kimin hakkında olursa olsun böyle bir haber görsem tek bir peşin yargıya sahip ol...-duğumu sanıyordum: Bu kişi ya gurursuz, ya da zenginlik gibi, şan şöhret gibi, yüksek ego gibi şeyler koymuş onun yerine. 
Haberi henüz çok yeni okudum ve yazarken de fazla aceleci davrandığımı fark ettim aslında. Bu yazan şeylerin tamamen erkek egemen bilince hitap ettiği gün gibi ortada olan "medya" tarafından uydurulmadığı ne malum? Sonuçta bahsi geçen kadını da erkeği de kişisel olarak tanımıyoruz. Yalnızca toplumsal bilinçaltına hitap eden bir haber olduğu için inandırıcılığı yüksek oluyor. Ne de olsa ortada sarışıngüzelsaçıuzunaklıkısaherbaşarılıerkeğinarkasındakikadın prototipi var. Kimse bu ilişkide Sinem Kobal'ın nasıl davrandığını bilemez, ve işte anca böyle magazin haberlerine inanıp toplumsal bilinçaltının olumsuz getirilerine yenilerini katar. 
Haberin doğruluğundan emin olmadığım için her iki yönde eleştirmeyi doğru buldum. Zaten eğer haber doğruysa konu hakkındaki düşüncem net olarak giriş kısmında bellidir. Umarım herkes hayatında gerçekten "saf, katıksız, çıkarsız, ve ayakları yerden kesen" bir aşka sahip olabilir, tıpkı benim bana ait olan ve bu tanıma birebir uyan bir aşka sahip olup gururla hayatıma devam edeceğim, yeri gelince kavga mı da edeceğim ama hiçbir zaman aşkımın önüne başka şeyleri koymayacağım sevgilim gibi.
Çöreğim gibi yani.

Kurabiye bugün çatlamadı, ağızda eriyen kıvamda uykuya dalacak.

15 Mayıs 2012 Salı

Çömleği Kırmak Nedir? Çömlek Nasıl Kırılır?
Kısım 1: Kendini Değersiz Hissetmek
Çömlek derken yazar vücudun hangi bölgesini hastettiğini blogun başlığında bildiriyor sevgili günlük. Her neyse, bu madde bir çok etmen tarafından ortaya çıkıyor, ama fark etmesi sadece bir saniyeyi alıyor. Durumun en acı yanı da bu zaten. blogun başlığındaki hali en net deneyimlediğimiz, yani çömleği kırdığımız an kendisi. 
Sen Teresa değilsin, sadece bir işçisin!
Her gün yaşadığımı söyleyebilirim bu kendimi değersiz hissetme halini. Özellikle ders anlatırken...Tam kendimi kaptırmış, bir yandan yeni bir dil öğrenmenin yalnızca dilbilgisi olmadığını vurgulayıp, diğer yandan ufak mitoloji hikayelerini öğrettiğim dilde anlatırken; bir çok öğrencinin de bundan keyif aldığını görüp içten içe coşuyorum! Bu mesleği yapmaktan aslında ne kadar çok keyif aldığımı falan hissediyorum bir anda! Tam da o sırada, durumu sınıftan bir tık geri olan İzmirli sarışın prototipine uygun bir kız öğrencinin "Hocağğm yoğğklamayı imzağğğlamadığğk gağğlibağğ!" şeklinde avaz avaz yükselen fokbalığı tonlaması tadındaki cümle ufak bir kıç üstüne düşme etkisi yaratıyor arkaplanda. Ardından iç ses fısıldıyor: "Bir dil öğretiyorsun diye kendini öğrencilerin ufkunu açmaya yardım eden bir sahne sanatçısı mı sandın ey kurabiye? Sen anca sana verilen kitabı bitirmeye, kağıt işlerini de eksiksiz ve zamanında halledip, sırf öğretmenim diye dil öğretmeyi ideali benimsememesi gereken (!) paralı bir kölesin!" İşte o an, sadece ufak ve acı bir gülümsemeyle öğrencilere yoklama kağıdını verip, dilbilgisi kurallarını tahtaya (+) ve (-) gibi işaretler kullanmak suretiyle sıralıyorum. Öğrencileri bir rahatlama alıyor elbette bir nebze.
"Mecbursun!", by the dearest içses 
Mecburum, özgün olduğumda bundan memnun olanlar olduğu kadar, hevesikursaktabırakmayameyillifazlavurdumduymazüniversiteöğrencisi mahlaslı karakterlerimiz de mevcut. Elbette bu son karakter kategorisine eşlik eden başka kategoriler de var (sennekadaryorulupçabalarsançabalabengörmekistediğimigörürüm gibi mesela).
Şiddetin ne hoş, göremedik şefkatini. 
Kıssadan hisse, kendini değersiz hissetmenin bu kadar günlük ve sıradan olaylar tarafından tetiklendiği gerçeği gözler önünde. Ha bu durumun elbet daha bariz ve önemli sebepleri var ama onlardan bahsedip moral bozmak istemiyorum günlüğün ilk yazısından.
Kurabiye bildiğin çatır çatır çatlıyor! Ama lezzetinden değil, şiddetinden (!). 

Birisinin de bana "Kurabiye Hanım n'apıyosunuz?" demesini umaraktan...
Herşey belki telefonumun çalmasıyla başladı, belki bi azarla; belki de bi laf sokmayla, bilmiyorum. Ama her ne zaman kendimi mutluluktan havada uçarken bulsam, kıçımda acıyı hissetmem de hemen ardından geldi. E malum, bir de kabarmış kurabiye gibi kocaman fiziği olunca insanın daha çok acıyor malum taraflar. Gerçi gayet zayıf fit hanım kızlar yere düştüğünde et ve yağ tabakası eksikliğinden dolayı çok daha fazla acıdığını düşünmek de gayet makul... Her neyse, düşüş hikayelerim, moral bozuklukları ve aşırı mutluluk sebeplerim hemen ardındaki yazılarda burada olacak.

Nam-ı diğer Kurabiye